14 Haziran 2023 Çarşamba

İki Gözümün Çiçeği | Canım Kızım Eylül


            Zaman ne çabuk geçiyor. Tek hücreden bugüne kadar geçirdiğin zamanın 9 ayı anne karnında, bir o kadarı da bu dünyada geçti.

            Ah! Ne de çabuk geçti.

Avucumuzun içine doğdun da avucumuzun içine sığmaz oldun.




Emekliyorsun, ayağa kalkıyorsun. Yakında yürür sonra da koşarsın.

Ama unutma ki hayatın kendisi bir koşturmacadır kızım ve bu koşturmaca hiç bitmez.

Önemli olan kendi yolunu çizmen ve azimle mücadele etmen.

 

Sen hiçbirini hatırlamayacak olsan da şimdiye kadar epey bir zorluğa göğüs gerdin bile.

Kendi yolunda, inandığın şeylerin peşinde çabalamaktan asla vazgeçme. 

Başklarının değil, Kendi hayatını yaşa.

Biz senin nerede olursan ol, nereye gidersen git hep yanındayız.

 

Sana babana bile güvenme diyecekler. Sen önce güvenilir ol sonra insanlara güven yavrum.

Ama sadece güvenine layık olanlara güvenmeye devam et.

Çünkü insanoğlu boşuna çiğ süt emmemiştir.


Hayatın her şeye rağmen yaşanılası olduğunu bir an olsun aklından çıkarma.

Bardağın hep dolu, insanların hep iyi kısmını gör.

Hayata hep gülümseyerek bak çünkü kımıl kımıl gözlerinle en çok gülerken güzelsin.




Bencil olma canımın içi. Zira insan dediğin koca evrende bir hiçtir.

Diğer insanların ve canlıların hakkını, kendininmiş gibi koru, çiğneme.

Çiğnetme. Haksızın karşısında tüm sertliğinle dur.



Soru sormaktan, düşünmekten, merak etmekten, öğrenmekten, sorgulamaktan geri kalma.

Düşünmeyen, merak etmeyen insan, eksik kalmıştır.

Sen eksik kalma kızım. Meraklı sincap bakışlarını bu dünyanın mucizelerinden hiç ayırma.



Sen bu yazıyı okuma, anlama yaşına geldiğinde sana bunlardan farklı bir şey söylersem eğer diye bunları yazıyorum.  

Sen kendi aklınla kendi yolunu bulacaksın. 

Olur da bir gün merak edersen “Babam ne düşünüyormuş acaba” diye, tarihe not düşmüş olmak için tüm bu gayretim. (İlkelerim Üzerine)


Gözlerinden öperim. İki gözümün çiçeği.


22 Mart 2021 Pazartesi

Çatışmadan Tartışılmaz


İletişim, günümüz dünyasının popüler kelimelerinden biri. Bunu her gün saatlerimizi harcadığımız iletişim araçlarının çokluğundan da anlayabiliriz. Peki, bu iletişim araçlarını bu kadar fazla kullanıyor oluşumuz, kurduğumuz iletişimin kalitesiyle doğru orantılı mı? Hiç şüphesiz hayır. Aksi olsaydı, bugün hem özel, hem de iş hayatımızı etkileyen sebeplerin – boşanmalar ve işten istifalar- en üst sıralarında iletişim kaynaklı problemlere rastlamazdık. Bu durumun her geçen gün kötüleştiğini söylemek ise sadece malumun ilanı olabilir.

                Bu durumun tüm nedenleri içine alan tek bir sebebi var. ‘Ben’cillik. Bunu basitçe Google’da iletişim problemlerini aratarak (Türkçe veya İngilizce), çıkan problemlerin nasıl kişilerin bencilliğine dayandığını teyit edebilirsiniz. Herkesin tek amacının karşısındakini alt etmek, ne olursa olsun haklı olmak olduğunu düşünürsek, bu sonuç çok şaşırtıcı olmayacaktır. Bu süreçte ise kazandım diyebilmek uğruna kaybedilenler, kaybetmeyi göze aldıklarımız herkesin kendine vermesi gereken bir cevabın soruları.

                Yolun Sonundaki Mutluluk mu? yazımda, insan psikolojisinin bazı yönleriyle nüfuz edilmesi olanaksız duvarlar arkasında korunduğunu söylemiştim. İletişim konusunda da bu düşüncemi sürdürüyorum. Çünkü iletişim altında yer alan çatışa/tartışma/münakaşa/fikir ayrılığı gibi konularda asırlar önce söylenenler hala geçerliliğini o günkü gibi devam ettiriyor.

                En büyük iletişim açmazlarından biri ise çatışma/anlaşmazlık. Üstelik bu açmaz çözülemediğinden değil, çözemediğimizden ileri geliyor. Yani beceriksiz olan bizden başkası değil. Bu sebeple de bu durumları yönetebilmek kritik bir öneme sahip. Yönetmeye başlamadan önce üç noktayı kabul ederek işe başlamamız gerekiyor.

1.       Çatışmadan tartışılmaz. (Cicero)

2.       Sorun, hiçbir zaman karşımızdaki kişiyle alakalı değildir. Alakalı olduğu zamanlarda dahi.

3.       Düşüncelerde inat ve şiddet, aptallığın en açık belirtilerindendir. (Bernard Barton)

Bu üç noktada hem fikir isek çatışma/anlaşamamazlık durumlarında verdiğimiz altı tür tepkiyi / baş etme yöntemini inceleyebiliriz.

1.       Kaçmak

Bu tepki, durumu görmezden gelip, çatışmadan kaçtığımız tepki türü. Problem çözülemediği için iki tarafın da zararına olan ve çözümün bulunamadığı durumlar oluşuyor.

2.       Kavga Etmek

Bu durumlar ortaya çıktığında kavga ile karşılık vermenin tek bir amacı vardır. Karşı tarafı püskürterek, kazanmak. Burada kendimize şu soruyu sormalıyız.

·         Değerli fikirler mi arıyorum, galibiyet mi?

·         Sorunu çözmek mi istiyorum, galibiyet mi?

Duruma farklı bir bakış açışı da şöyle. Münakaşada yanlış bilen, haksız olan taraf, aslında galip gelendir. Çünkü yanlış olan taraf (bu durumu kabul etme erdemini gösteriyorsa eğer) bir adım ileri gitmiş ve yeni bir şey öğrenmiştir. Haklı olan, galip gelen ise yerinde sayıyordur.

3.       Vazgeçmek

Boyun eğerek- karşı tarafın tüm isteklerine evet demekte farklı bir çatışma tepkisidir. Ancak görüleceği üzere yine tek taraflı bir kazanç söz konusudur.

 

4.       Sorumluluktan kaçmak

Konuyu anne/babaya, yöneticilere vs. çıkararak, oradan gelecek karara/ yönlendirmeye güvenmek ve sonucun kimin lehine olacağını başkalarının inisiyatifine bırakmaktır.

5.       Uzlaşma

İki tarafında bazı fedakarlıklar yapacağı ve iki taraf içinde tamamen ihtiyacı olan sonuçlara ulaşamadıkları durumdur.

6.       Fikir Birliğine Varmak

Herkesin ihtiyaçlarını karşılayan(isteklerini değil) bir çözüm bulma  arayışı olan bu son madde ise en ideal çatışma ile baş etme yöntemidir. Çünkü ortada bir çatışma ve bu çatışmanın tarafları var ise bu tarafların varmak istediği ortak bir nokta da mutlaka vardır. Şirket içi olan bir çatışmada ortak nokta/hedef iki bölüm için de karlılığı artırmak, maliyetleri azaltmaktır. Bu nedenle çatışmaları işbirliği içinde problemleri çözeceğimiz unsurlar olarak görmeli, ortak paydalarda birleşmeli ve herkesin ihtiyaçlarına cevap veren çözümler üretmeliyiz. Farkı yaratan bu durumlar ile nasıl başa çıktığımız olacaktır. Aksi takdirde kördüğüm çatışmaların içinde akıntıya karşı kürek çekmekten başka bir şey yapmamış oluruz. Sonunda bir hareket meydana gelir ancak bir ilerleme meydana gelmez.

Okuma Önerisi : Doğruluk Kaygısı - Montaigne

 


1 Ocak 2021 Cuma

2020'de Okuduklarım / 2021'de Okuyacaklarım


2020 geldi geçti, geriye ise okuduklarımız kaldı.  2020’de okuduklarımı aşağıdaki listede toparladım.

Ardından ise 2021 için seçtiğim bazı kitapları sizinle paylaşmak isterim. Keyif almanız dileğiyle.


2021’de okuma listemde olan 10 kitap.




31 Aralık 2020 Perşembe

Uçurumun Kenarında-mı-yız?

 Bugün 31 Aralık 2020. Hava sıcaklığı gündüz yaklaşık 20 derece ve yazlık kıyafete gayet uygun. Çoğu kişiden duyduğum ise bu havaların ne kadar güzel olduğu. Tekrar ediyorum bugün 31 Aralık ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki “bizi bu güzel havalar mahvetti”.

            2020 yılı Covid kriziyle tarih sayfalarında yerini çoktan aldı. Aşı çalışmalarının da başarısıyla nispeten yakın bir gelecekte bu krizi arkamızda bırakacağımızı umuyorum. Ancak dert edinmemiz, endişelenmemiz hatta uykularımızın kaçışına sebebiyet vermesi gereken ve ne yazık ki gerekli dikkati göstermediğimiz iki büyük kriz var. Su krizi ve İklim/Çevre krizi. Yaşadığımız yerden, rahat koltuklarımızda oturup bu krizlerde neyin nesi, nerden çıktılar diyebiliriz. Şu an biz değil belki ama milyonlarca hatta milyarlarca insan bu krizleri yaşıyor. Önemli olan bizim ne yapacağımız. Bizim, kendimizi – insanlığı- kurtarmak için ne yapacağımız. Çünkü doğa bizimle veya biz olmadan kendini tekrar inşa edecektir. Ona verdiğimiz bunca zararın aslında kendimize verdiğimiz zarar olduğunu anladığımızdan beri doğayı koruma adı altında yine kendimizi korumaya ve paçamızı yok oluştan kurtarmaya çalışıyoruz. İşte bizi uçurumun kenarından bir adım öteye sürükleyecek ya da kurtaracak olan bu bencilliğimiz. Şu an ki bencil yaşam tarzımızı devam ettirmeyi mi yoksa gelecekte var olmayı mı tercih edeceğiz.

        Bu yazdığım aslında yazının son cümlesi olmalıydı ama detaya girmeden, lafı uzatmadan önce sorumluluğu omuzlarımıza yüklemek istedim. Burada bu krizler nasıl çözülür, neler yapılmalı gibi sorulara cevap aramayacağım. Konunun uzmanları, bilim adamları bu sorunlar hakkında çalışıp, acı reçeteleri önümüze koyuyorlar. Benim yapmak istediğim ise çarpıcı bilgiler vererek bu konuya dikkat çekmek ve endişelenmenizi sağlamak. Öncelikle su krizi ile başlamak istiyorum. Su, bizim için günlük hayatta neredeyse hiç dert edinmediğimiz bir gıda. Çoğu zaman rahatlıkla erişebiliyoruz. İki saatlik su kesintisinde bile bir tık ile hemen su siparişi vererek, su tedarikini sağlayabiliyoruz. İşte tam bu sebeple en çok israf ettiğimiz ama bir damlasını bile boşa akıtmamamız gereken bir yaşam kaynağı.



Bu iki fotoğraf çok şey anlatıyor aslında ancak yine de birkaç bilgi paylaşmak istiyorum. Dünyada iki milyar insan temiz içme suyu olmadan yaşamaya çalışıyor. 2019 yılında 5 yaş altı bir milyon çocuk temiz su ve sanitasyona erişimi olmadığı için hayatını kaybetti. Böyle bir dünyada bir damla suyu israf etme hakkımız bulunmuyor.

 Nehir kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz.'' Hz. Muhammed

 

Temiz içme suyuna yönelik yönelik oldukça umut verici ve başarılı çalışmalar mevcut. Cesur Mavi Dünya belgeselinde bu çalışmaları görebilirsiniz. Inside Bill’s Brain serisinin ilk bölümünde ise Bill Gates’in üzerinde çalıştığı ve yatırım yaptığı dışkıdan içme suyu elde sistemi farklı bir bakış ve çözüm sunuyor. Evlerdeki su israfını önlemek için ise HydraLoop’un geliştirdiği çözüm oldukça başarılı. 



Diğer kriz ise İklim ve Çevre Krizi. Su kriziyle bunları birbirinde tamamen ayırmak ve ayrı düşünmek tabi ki mümkün değil. En nihayetinde ikisi de insan kaynaklı krizler. İklim ve çevre krizinde üç ana faktör var. Toprak, Bitkiler ve Vahşi Yaşam (Biyoçeşitlilik).

Sağlıklı topraklar, su ve karbondioksiti tutma açısından kritik rol üsteliyor. Toprak, atmosfer ve toprakta yaşayan bitkilerin toplamından daha fazla karbon tutabiliyor. Bu sebeple sağlıklı toprak, küresel ısınmayla mücadelede çok önemli rol oynuyor. Ancak dünyanın üçte ikisi çölleşiyor ve Birleşmiş Milletler’e göre dünyada kalan yüzey toprağı altmış yıl içinde yol olacak. 

Allon Savory şöyle diyor. “ Verimsiz topraklar, fakirlik yaratır. Fakirlik, toplumsal çöküşü doğurur. Verimsiz topraklar, sel ve kuraklığın daha sık yaşanmasına ve kitlesel göçlere sebep olur. 2050 yılına kadar bir milyar insan çölleşme nedeniyle başka yerlere göç etmek zorunda kalacak. Bu nedenle tarım arazilerinin verimli kullanımı, yeni yüksek teknolojilerin adapte edilmesi gelecekte dünya nüfusunu beslemek için kritik öneme sahip. Hollanda bu konuda dünyadaki öncü ülkelerden bir tanesi. 

            İkinci nokta, vahşi yaşam alanlarının geri kazandırılması. Endüstriyel besin üretimi için tarım arazisi veya büyük baş hayvan çiftliklerine dönüştürülen bu alanların tekrar vahşi yaşam alanlarına dönüştürülmesi gerekiyor. Eğer sebze ağırlıklı beslenseydik, şu an ihtiyaç duyulan arazinin yarısı gerekecekti. 2100’e kadar 11 milyar insan nüfusu olacağı düşünülürse ve eğer aynı yaşam tarzı ile yaşamaya devam edersek, bugün konuştuklarımızın hiçbir anlamı kalmayacak. Çünkü muhtemelen geri dönüşü olmayan yola çoktan girmiş olacağız. Tabi topyekûn bir dönüşüm bugünden yarına mümkün değil. Bunun için devletlerin, şirketlerin ellerine taşın altına sokması gerekiyor. ABD’nin Paris İklim Antlaşması’ndan çekildiği bir dünyada bunu beklemenin ne kadar gerçekçi olduğunu sizlerin düşüncesine bırakıyorum. Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı da sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dünya için üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir alan. Mevcut enerji üretiminin bu alanlara kayması gerekiyor. Bu kaynaklar bize ihtiyacımız olan enerjinin çok daha fazlasını sağlıyorlar. Dünya bitkileri her gün 3 trilyon kilowatt saat güneş enerjisi yakalıyor. İhtiyacımız olan enerjinin 20 katı.  

            Ancak tüm yazılanlara, uyarılara ve çözümlere rağmen tek yaptığımız kulaklarımızı tıkayarak tüketmek. Kendi bencil isteklerimiz uğruna dünyayı tüketmek. Bu tüketimin boyutları öylesine büyük ki bu yıl Dünya Limit Aşım Günü 22 Ağustos’ta gerçekleşti. Dünyanın bir yılda ürettiği kaynakları, yılın yarısında tükettik. Vahşi yaşamı, biyoçeşitliliği de aynı hızla tüketiyoruz. Her yıl 15 milyardan fazla ağaç kesiyoruz. Büyük balıkçı filoları uluslararası sularda balık avına 1950’li yıllarda başlamasına rağmen denizlerdeki balıkların %90’ını bitirdiler. Kuzey kutbundaki yazlık deniz buzu 40 yılda %40 azaldı. Nehirleri ve gölleri kirleterek ve kurutarak temiz su kaynaklarının %80’ini azalttık. 1937 yılında dünya nüfusu 2,3 milyar, atmosferdeki karbon milyarda 280 parça ve kalan yabani doğa  %66 iken 2020’de nüfus 7.8 milyar, karbon milyarda 415 parça ve kalan yabani doğa %35. Rahat bir yaşam uğruna yaptığımız sömürü ve zarar geri döndürülebilir mi? Kesin bir evet. Geri döndürecek miyiz? Geri döndürebilecek miyiz? Yine kendimizi kurtarabilecek miyiz? Bunu kendi adıma yaşam süremde görebilirim. Beni düşündüren ve endişelendiren ise uçurumun kenarında atacağımız adımın yönü.

Kaynaklar:

  • Cesur Mavi Dünya (Netflix)
  • David Attenborough : Gezegenimizde Bir Yaşam (Netflix)
  • Kiss the Ground-Onarıcı Tarım (Netflix)
  • 25 Litre (Youtube)
  • Inside Bill’s Brain (Netflix)

Öneriler:

  • Süt Sistemi (Netflix)
  • Cowspiracy (Netflix)
  • Kaybolan Buzullar (Netflix)
  • Plastik Okyanus (Netflix)
  • Mercan Peşinde (Netflix)
  • water.org


21 Haziran 2020 Pazar

Yolun Sonundaki Mutluluk mu?

Ülkemizde salgının üç ayını geride bıraktık. Kendi adıma bu dönemden öğrenebilmiş olmamızı dilediğim tek ders var. O da hayattaki tüm mutluluk kaynağının küçük şeylerde gizli olduğu gerçeği. Dışarı çıkabilmek, sevdiklerimizle görüşebilmek, kucaklaşabilmek hatta rahatça nefes alabilmek bile ne büyük mutlulukmuş meğer.

İnsanlar genellikle suyun üzerinde ya da havada yürümeyi mucize olarak tanımlar. Bence gerçek mucize havada veya suda yürümek değil, bu gezegende yürümektir. Her gün mucizelerle yaşıyoruz ama farkında bile değiliz.”(Kendini İçinde Ara - Chade-Meng Tan)

Ancak üzücü olan şu ki yarın bu salgın dönemini tamamen atlatsak, yine eski telaşlı, huzursuz ve mutsuz hayatlarımıza dönerek bundan şikayet etmeye başlarız. Bu konuda en ufak şüphe dahi duymuyorum. Çünkü insanoğlunun binlerce yıldır aradığı, yanı başında olduğu halde bulamadığı tek şey; öyle sanıyorum ki mutluluk. Hem de bu kadar küçük şeyler bize bu mutluluğu sağlarken.

Endüstriyel ve modern yaşamın küresel bir telaş çağı başlattığı ve bu sebeple tüm bu şikayetlerimizin haklı ve geçerli olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum ancak bunun kolaycılık olduğunu da belirtmek zorundayım. Zira bu düşüncem Bertrand Russell’ın yaklaşık 100 yıl önce yazdığı Mutlu Olma Sanatı kitabını okuyunca iyice pekişti. Çünkü insan psikolojisi ve ruhu bazı yönleriyle insanlık tarihi boyunca nüfuz edilmesi olanaksız kale duvarları arkasında korunuyor ve değişmiyor.

Mutluluğun yolları hiç değişmezken mutluluğu aradığımız yanlış yerlerde değişmiyor. Köyden kente, doğadan betona koşuyoruz ve mutluluğu arıyoruz ancak bir asır önce modern şehir yaşamının bu denli ağırlıkta olmadığı zamanlarda bile şunu diyor Bertrand Russell.

    “Modern şehir halkının çektiği can sıkıntısı, doğadan uzak kalışından kaynaklanır.”
 

            Sosyal medya aracılığıyla günümüzde ideal ve mükemmel hayatları, özenerek hatta çoğu kez kıskanarak izleyip, kendi hayatlarımızla karşılaştırıyor, kendi hayatlarımızı değersizleştiriyor ve kaçınılmaz olarak mutsuzlaşıyoruz. 100 yıldır hiçbir şeyin değişmediğine şahitlik etmek için tekrar Bertrand Russell’a kulak verelim.

“Eskiden insanlar sadece komşularını çekemezlerdi, çünkü başkaları hakkında pek az bilgileri olurdu. Bugün ise, iletişim olanaklarının artması nedeniyle hiç tanımadıkları insanlar hakkında bile genel olarak çok şey biliyorlar. Filmlerden izledikleriyle zenginlerin yaşam biçimlerini bildiklerini sanıyorlar. … Bugünkü haliyle uygar insanoğlu, nefrete dostluktan daha fazla eğilimlidir. Nefrete eğilimlidir, çünkü yaşamdan hoşnut değildir, çünkü yaşamın anlamını yitirdiğini, dünya nimetlerinin tadını başkalarının çıkardığını kendisinin birçoğundan yararlanamadığını hissetmektedir.

 

“Akıllı bir adam için, elinde bulunanlar , başkalarının sahip oldukları nedeniyle değerlerini yitirmezler.”

 

            Mutluluğu satın aldıklarımızda, elde ettiğimiz başarılarda, ulaştığımız hedeflerde arıyoruz. “Mutluluğun yolu yoktur, mutluluk bir yoldur.” ve “Yolun kendisi bir yere varmaktan daha güzeldir.” diyor Buddha 2500 yıl önce. Biz ise yolun sonunu mutluluk sanıyoruz ve ilave olarak rahat olmanın, rahat yaşamanın hakkımız olduğunu varsayıyoruz.

“Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur. Gözünü yıldızlara dik, yol ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır. “(Mevlana)

Sonuç olarak mutluluğun yaşadığımız deneyimler, yürüdüğümüz yol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yüzden mutluluk, yolun sonunda değil. Mutluluk yolun kendisi ama yolun sonunda rahatlıkta olmayabilir.


10 Mayıs 2020 Pazar

Gözlemler 9 - Sen hiç VLOG çektin mi Anne?

Sokakta yürürken tanık olduğum belki 7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun annesine sorusu bu. “Sen hiç VLOG çektin mi Anne? O yaşta bir çocuğun vlogu nereden ve nasıl öğrendiğini, neleri izlediğini ve nelere özenip örnek aldığını sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. En nihayetinde çocuk zihni bir sünger gibi işlev görüyor. Çevresinde maruz kaldığı her türlü bilgiyi emerek öğreniyor ve bu bilgiyle sorular soruyor. Yansıttığı da doğal olarak maruz kaldıklarından başkası değil.

Burada çocuğun öğretici/eğitici vloglar izleyip bunu sorduğu yargısında bulunmak isterdim ama bunun safça bir hayal olacağı konusunda sanırım hepimiz hemfikir oluruz. Youtube arama kısmına sadece “Vlog” yazıp, karşınıza çıkan videoları gördüğünüzde neden safça olacağını eminim daha iyi anlayacaksınız. Zira ben bu kadar işe yaramaz, bu kadar saçma sapan ve bu kadar şaklabanlık içeren bir vlog yığını ile karşılaşacağımı tahmin etmezdim. Çünkü takip ettiğim birkaç kanalda yayınlanan ve izlediğim vlog ve vlog tarzı içerikler dışında hiç bu aramayı yapmamıştım. Tabi ki Barış Özcan gibi kendine sanat, tasarım ve teknoloji temasını belirleyerek kaliteli içerik üretenleri kastetmiyorum ancak tüm bu şaklabanlıkları ve özellikle de aynı yaşlarda 1,3 milyon aboneli Youtuber'ı görünce bu çocuğun sorusunu garip karşılamıyorum ama değişen değerlerimiz ve geleceğimiz hakkında endişelenmeden de kendimi alamıyorum.( Yeni Salgın Youtuber: Bölüm 1 , Bölüm 2Nereye gidiyoruz? sorusu aklımı çokça kurcalıyor. Şahit olduğumu bu çürümeye Amin Maalouf Uygarlıkların Batışı adlı kitabında şöyle sitem ediyor.

    İsterlerse serseri olsunlar, "zenginlerin ve ünlülerin" rol model konuma yükseltildikleri bir devirde, bundan dolayı tüm değerler manzumesinin itibarını yitirdiği nasıl gösterilebilir?
 Ve şöyle devam ediyor:
    La Fontaine, Ağustos Böceği ile Karınca'da kendi zamanının ahlakını yansıtmıştı, evrensel ve kalıcı değerlere sahipmiş gibi görünün bu ahlak anlayışına göre, titiz, özenli ve günlük çalışma kesin değerlerdi ve ağustos böceği "bütün yaz" şarkı söyleyeceğine bu değerden esinlenmeliydi. Masalda güzel rol karıncaya aitti. Her mevsimde çalışma azmi sayesinde herkes tarafından onaylanıyor, masalın sonunda gülenleri kendi yanına çekiyordu. Ağustos böceği ise kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Günümüzde ise tam tersi oluyor. Karıncalarla alay ediliyor, onlar küçük görülüyor. Ebeveynlerinin ömürleri boyunca sabahtan akşama didindiklerini, buna rağmen ne maddi rahatlığa erişebildikleri, ne orta sınıfa dahil olabildiklerini ne de isimsizlikten kurtulabildiklerini görmüş gençler, onlara takdirden çok acıma hissiyle yaklaşıyorlar. O örneği izlemelerini destekleyecek hiçbir şey yok. Tam tersine, o örnekten uzak durmaya, isterse iğrenç dolandırıcılıklar ve kaçakçılıklarla olsun, "başarmış olanlara" öykünmeye veya her ne yoldan olursa olsun şöhret cennetinde kendi on beş dakikalarını kazanmaya teşvik ediliyorlar. Rol modellerin altüst olmasının, uzun süre ayıp kabul edilmişe hayranlık duymaya ve uzun süre örnek gösterilmişi aşağılamaya başlamanın bir nüfus bünyesinde nasıl zararlara yol açabileceği üzerinde ne kadar durulsa azdır.

İşte tüm bunların altında yatan tek bir güdü var. Kolay kazanılan başarı rüyası. Öyle sanıyorum ki, bunun için tek bir çözüm yolu bebeklikten itibaren, tüm gelişim ve eğitim hayatı boyunca aile, okul iş birliği ile sağlam bir değerler zinciri oluşturmak. Bu sayede de toplumun değer yargılarını kuvvetlendirerek toplumsal çürümenin önüne geçmek ve toplumu kalkındırmak. Bir belgesel dizi tavsiyesi ile yazımı noktalıyorum.  Hindistan’ın en yoksul ailelerinden sadece bir çocuğa  eğitim imkanı sağlayan, değer yargıları öğreten , sağlam bir akademik eğitim vererek iyi üniversitelere gönderen Shanti Bhavan okulunun ve öğrencilerinin hikayesi. Tek bir amaç üzerine kurulu bir sistem, toplumun en altta görülen kesimini kalkındırmak.




6 Mart 2020 Cuma

İlkelerim Üzerine


2019’un ortalarında yazdığım “Yaşadım Diyebilmek için” adlı yazımda Nazım Hikmet’in yazıyla aynı adı taşıyan şiirinden alıntı yaparak “Ne demek yaşadım diyebilmek? gibi soruları kendime sormaya çalıştığımdan bahsetmiş ve bunun için kendimizin, çevremizin ve yaşadığımız anların farkına varmamız gerektiğini söylemiştim. Bu yazımda farkındalık kısmını biraz irdelemek istiyorum.
Zaman, biz geçtiğinin farkına bazen varmasak bile durmadan akıp gidiyor. Biz ise bu hengamenin içinde yuvarlanıyoruz. Düşünmeden, görmeden, işitmeden ve yaşamadan. ‘Anı yaşa’ diye çevrilen ‘Carpe Diem’ aslında daha doğru çevirisiyle ‘Anı Yakala’ anlamına geliyor. Ne demek olduğunu Ölü Ozanlar Derneği filminde Robin Williams'ın(R.I.P) canlandırdığı Edebiyat öğretmeni John Keating'ten öğrenelim. (Türkçe Dublajlı Versiyon) 




Anı yakalamak için insanın çevresinin ve kendisinin farkında olması ve bunları gözlemleyebiliyor olması gerekiyor. Geçenlerde katıldığım bir komedi gösterisinde komedyenin gözlemleyerek tespit ettiklerini anlatırken, arka sırada oturan seyircilerden bazısı srekli olarak "Aaa, evet, gerçekten doğru" diyerek, bir çeşit aydınlanma yaşıyorlardı. Hepimizin gördüğü ancak biri anlatınca farkına vardığımız onca şeyi düşünme kısmını size bırakmadan önce farkındalık ile ilgili bir film ve 2 kitap önermek istiyorum.Dingin Savaşçı(Peaceful Warrior) filmi ve Doğan Cüceloğlu'nun Savaşçı ve Gerçek Özgürlük kitapları. Farkındalık alanında çok farklı ufuklar açacağına inanıyorum.

6 yıl kadar önce Doğan Cüceloğlu’nun Gözlemler adlı yazılarını okuduktan sonra , ben de biraz özenip ‘Acaba ben de çevreme bu farkındalık ile bakabilir miyim?’ diyerek çabalamış ve gözlemlediklerimi 8 yazılık Gözlemler adlı bir seri (1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 , 7 , 8 , 9) halinde blogumda yayınlamıştım.(Özendiğimi söylemiştim.:)) Tüm bu çabalar Dışfarkındalık ile ilgili ve bakın farkındalık bakışı ile Thich Nhat Hanh, yürüme gibi basit bir deneyimi nasıl tanımlıyor?(Kendini İçinde Ara - Chade-Meng Tan)

İnsanlar genellikle suyun üzerinde ya da havada yürümeyi mucize olarak tanımlar. Bence gerçek mucize havada veya suda yürümek değil, bu gezegende yürümektir. Her gün mucizelerle yaşıyoruz ama farkında bile değiliz. Mavi gökyüzü, beyaz bulutlar, yeşil yapraklar, kara gözlü çocuğun meraklı bakışları, kendi iki gözümüz. Hepsi birer mucize.”

Şimdi ise Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir.” Diye ifade ettiği Özfarkındalık kısmından yani kendinin, değerlerinin, amaçlarının farkında olmak kısmına geçmek istiyorum. Hatta biraz daha spesifik olarak, kendimce belirlediğim, bana yol gösteren ve her zaman aklımda ilkeler, prensipler. Hiçbir şey vaat etmeyen prensipler ama ‘yaşadım’ diyebilmek için kulağıma küpe yaptıklarım. Hiçbir şey vaat etmeyen diyorum çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki başarı diye tanımladığımız her şeye ulaşmak çok kolay. Birilerinin elinde Alaaddin’in Sihirli Lambası var ver her ovaladıklarında lambadan çıkan cin şöyle şeyler söylüyor. 3 Günde Yağlarınızdan Kurtulun, 5 Maddede Milyoner Nasıl Olunur? , Patronunuzu Etkilemenin 4 Sihirli Adımı.  Hiçbir şey vaat etmiyorum dememin sebebi, bu şekilde anlaşılmaktan korkmak. Aksi halde yıllarca çalışıp, iş hayatında, sanatta veya herhangi bir alanda başarılı olmuş insanların paylaştığı hayat dersleri tabi ki altın değerinde. Hatta benim böyle bir yazıyı yazmamdaki etkende bu paylaşılan hayat dersleri. Okuduğum, dilediğim bu derslerden tabi ki herkes gibi ben de çok ilham alıyorum ancak şunu fark ettim ki ben aslında pasif roldeyim. Dinleyici veya okuyucu olarak. Bunu fark edince kendime şu soruyu sordum. “Benim de ilkelerim var ama bunlar neler? Bu hayat yolunu yürürken hangi değerlere dikkat ediyorum?” İşte bu sorunun ardından düşündüm, yazdım, karaladım, değiştirdim ve en nihayetinde bir çerçeveye oturtabildiğim birazdan paylaşacağım 15 maddeyi oluşturdum. Bu 15 madde her günüme anlam ve farkındalık katmama yardımcı olan ilkeler, değerler. Ne derseniz, deyin. İlkelerimi paylaştıktan sonra bir önem sırası olmaksızın biraz içlerini doldurmak adına detaylandıracağım.

İlkelerim
1.       Değişimi Kabullenme ve Uyum Sağlama
2.       İyi Niyetli Olma ve Etik Kurallara Dikkat
3.       Doğruluk Kaygısı
4.       Gelişim ve Sürekli Öğrenme
5.        İşinin Hakkını Vermek ve En iyisi için Çabalamak
6.       Toplumsal Duyarlılık
7.       Çevre Bilinci
8.       Merak-Öğrenme Tutkusu
9.       Sorumluluk Duygusu
10.   Üretkenlik ve Paylaşım
11.   Mücadele Ruhu
12.   Şans-Kader
13.   Kararlılık ve Sabır
14.   Farklılıklara Saygı
15.  İyi İlişkiler Kurma


“Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın.” diyor Herakleitos. Geçmiş zaman yerine şimdiki zaman kullanıyorum çünkü gramer olarak dahi olsa bunun geçmişte kalmış bir söz olarak bilinçaltına dahi yerleşmesini istemiyorum. Değişim – transformasyon,dönüşüm- günümüzün en önemli olgularından biri ve kanımca en önemlisi. Yaşamın her alanında bu değişimi deneyimliyoruz. Teknoloji ve ekolojik değişimler- ekolojik bozulma daha doğru bir kavram olur- her gün gündemi meşgul eden konular arasında.






Bu değişim biz bazen kabul etmekte zorlansak veya inanmasak bile kaçınılmaz. Bu sebeple değişimi kabullenme ve uyum sağlama yeteneği en kritik yetkinliklerden biri. Her ne kadar zor kısım değişimi kabullenme gibi görünse de, bence asıl önemli ve zor kısmı bundan sonraki aşama. O da değişime ayak uydurmak için sürekli öğrenmek ve gelişmek zorunda oluşumuz. Şanslıyız ki yaşadığımız dönem, tarih boyunca bilgiye ulaşım açısından en rahat imkanlara sahip olduğumuz bir dönem. O noktada üzülerek belirtmeliyim ki hiçbir mazeretimiz yok. Esas olan bunca kaynağı nasıl değerlendirdiğimiz. (Serdar Kuzuloğlu'nın MZV Gençlik Zirvesi'ndeki konuşmasına kulak verelim.)





2 temel unsur bizim bu kaynaklardan yararlanmamıza yardımcı olabilir. Bunlar Merak(Öğrenme Tutkusu) ve Kararlılık(Sabır). Bu ana unsurların yanı sıra destekleyici olarak kitap okuma ve iç motivasyonun sürdürebilirliğinin sağlanması, alınan verimi artıracaktır.  Bunlara sahip olmak ve yapabilmek, değişimin bu denli hızlı olduğu bir zamanda en azından bize günümüzde tutunabilme şansı verebilir.







Tabi ki tek değişen biz ve çevremiz değil. Her şey değişiyor ve sonucunda farklılıklar hızla artıyor. Farklı sosyal normlar, karakter yapıları, kuşaklar, iş ve özel yaşam. Hepsi bu değişimden direk olarak etkileniyor. Aynı değişimde olduğu gibi, farklılıkları da kabullenmeli ve saygı duymalıyız ancak günümüzün en önemli paradokslarından birini de bu durum oluşturuyor. Bir yandan farklılık zenginliğimizdir sloganları atarken, diğer yandan farklı düşündükleri, farklı giyindikleri, farklı inandıkları veya farklı değerleri olduğu için insanları ayırıyoruz. Hatta öldürüyoruz. Ortadoğu’nun içler acısı halini, Uygur Türklerine yapılan zulmü, Amerika’daki Kızılderilileri veya Nazi Almanyası’ndaki Yahudi soykırımını hatırlamak ne demek istediğimi anlatmak için yeterli olacaktır.
                “Yaratılan’ı severiz, Yaratan’dan ötürü.” (Yunus Emre)
                Farklılıklara duyulan saygıyı tamamlayan hatta daha doğru bir tanımla ön koşulu ve tamamlayıcısı ise iyi niyet. Eğer iyi niyetli olursak, iyi bir insan olmaya gayret edersek- etik kurallara uymakta buna dahil edilebilir- ve çevremize bu yaklaşımla bakarsak ancak farklılıklar zenginliğimiz olur. Aksi takdirde ise yukarıda örneklerini verdiğim şekliyle farklılıklar birer tehdit unsuru olarak karşımıza çıkar ve ortadan kaldırılmaları gerekir.
 İyi niyetin en karakteristik özelliklerinden biri kişiden kişiye değişmemesi gerektiğidir. Biraz uç bir ifade olabilir ancak üzerine basılan çiçeğin ayakkabı tabanında hoş bir koku bırakan çiçek gibi olabilmektir önemli olan ve zor olan. Zordur çünkü tüm bu iyi niyetine karşı, bunu suistimal edenler olacaktır, anlamayanlar olacaktır, hak etmeyenler de olacaktır. Tüm bunlara rağmen iyi niyetli olabilirsen eğer büyük bir savaşçı olabilirsin. Böylece herkesi kucaklayabilirsin çünkü iyilik dünyayı değiştirebilir. 
(Okuma önerisi : İyilik Günlükleri Üzerine ( Netflix Dizisi – İyilik Günleri’nden esinlenilmiştir.)

                Farklılıklara saygı duyma, doğası gereği içinde karşı tarafın doğru veya haklı, senin ise yanlış veya haksız olduğun durumların olma olasılığını da barındırır. Burada önemli olan hangi tarafın haklı olduğundan ziyade, doğrunun ne olduğudur ve gerektiğinde yanlış olduğunu kabul etme erdemini gösterebiliyor olmaktır. Bu kabul, bir değişimi tetikler. Doğruyu kabul etmeli, doğruya doğru değişmeli ve yeni duruma adapte olmalıyız.  
(Okuma Önerisi : Montaigne-Doğruluk Kaygısı )

              Yanlışını veya eksiğini kabul edip, doğruya yönelme aslında sorumluluk sahibi olmanın, hareket, düşünce ve davranışlarından sorumluluk almanın diğer bir ifadesidir. Bu durumda sorumluluk almak ise beraberinde yardım istemeyi getirir. Ama günümüzde unuttuğumuz bir şey var. O da Cem Yılmaz’ında gösterilerinde eleştirdiği “Bilmiyorum” demek. “Bilmiyorum, bana yardım edin.” Demenin çok normal olduğunu önce benimsememiz gerekir. Çünkü bilmiyorsun, yanlışsın veya eksiksindir ve bunu düzeltmen, öğrenmen gerek. Sana yardım edecek, kolundan tutup kaldıracak kişiler, iyi ilişkilerin olan insanlardan başkası değildir. Bunlar eşiniz, dostunuz, takım arkadaşlarınız olabilir. Ancak insanlar, sevmediği, iyi ilişkileri olmayan birine en azından istekli bir şekilde yardım edip, bilgilerini paylaşmak istemeyebilir. Az önce üzerine basılan çiçek örneğini verdiğimin farkındayım ancak yine de böyle bir gerçekliğin olduğunu da göz ardı edemeyiz. En nihayetinde bunlar , benim benimsediğim ve uygulamaya özen gösterdiğim ilkeler.





O yüzden gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; paylaşmak, bana göre bu hayattaki en önemli davranışlarımızdan biri. Bilgiyi, sevgiyi, saygıyı, malı-mülkü ve hatta gerektiğinde organlarımızı. İşte nihai mutluluk kaynağı bu. Çevrene fayda sağlayabilmek. Eğer bunu daha tatmin edici, haz verici bir duruma döndürmenin yolu ise kendi ürettiğin bir şeyi paylaşmaktan geçiyor. Tüm bunları yazmam ve sizinle paylaşmam aslında böyle bencilce bir sebepten. Hatta Bora Özkent’ in bir konuşmasında da belirttiği şu nokta dikkate değer. En azından bakış açımızı biraz değiştirebilir. Kısaca şöyle söylemişti. “Eğer hobi adıyla yaptığınız aktivitelerin -kitap okumak, seyahat etmek, fotoğrafçılık vs – sonucunda bir şey üretip, bunu paylaşmıyorsanız onun adına hobi denmez.  Örneğin, Eğer yaptığınız seyahatlerdeki notlarınızı, gözlemlerinizi, önerilerinizi, fotoğraflarınızı derleyip bir blogda yazıyor ve insanlarla paylaşıyorsanız, işte o zaman bu bir hobidir.” Tabi ki her yapılan hobiyi bu çerçevede değerlendiremeyebiliriz ancak konunun ana temasını anladığınızı düşünüyorum.



Bu üretme ve paylaşma yaklaşımının iş yaşamındaki karşılığını düşündüğüm de dikkat ettiğim bir ön koşul var. İşini iyi yap, sonrasında üret ve bunu herkesle paylaş ama en önemlisi işini çok iyi yap. En azından bunun için tüm gücünle çabala. Çünkü ülkemiz işini memur zihniyetiyle yapanların, işini çalakalem yapanların ve sonunda kaçmayı düşünenlerin ülkesi. Tek ihtiyacımız var Atatürk’ün dediği gibi o da çalışkan olmak. Kaçınılmaz olarak öyle zamanlarımız olacak ki elimizden gelenin en iyisini yapsak bile başarısız olacağız, çuvallayacağız ve hatta belki de en dibe vuracağız. Pes mi etmeylizi yoksa mücadele edip, son gücümüze kadar savaşıp en sonunda gönül rahatlığı ile “Zaferden değil, seferden sorumluyuz.” mu demeliyiz? Ben 2. Kısımda olmalı tercih ediyorum. ( Zaferden değil, seferden sorumluyuz yazım için tıkla)



 “Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur. Gözünü yıldızlara dik, yol ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır. İnsanın adam akıllı çalışmaya kul olması gerekir. Hangi işe girişirsin ve o işte sana ölüm bile hoş gelirse, işte sevdiğin iş, o iştir.” (Mevlana)
               
                Tüm bu mücadelenin için, tüm bu değişimler yaşanırken 2 çok ama çok önemli noktayı gözden kaçıramayız. Bunlar sorumluluk almamız gereken, bilinçli olmamız ve bu bilinci yaymamız gereken alanlar çünkü geçmişe kıyasla günümüzde daha fazla hatta alarm seviyesinde önem arz ediyor. İlki Toplumsal Duyarlılık. Giderek bencilleşen dünyada her şey ‘Ben’ in etrafında dönüyor ve biz selfie kültürünün ortasında çırpınmaya mahkum edildik. Kim tarafından? Yine kendimiz. Herkes kişisel gelişmeye çalışıyor. Peki toplumsal gelişmeyi nasıl sağlayacağız? Yaptığımız her hareketi bunun çevreme ve topluma ne faydası var perspektifinden düşünmeliyiz belki de ve bu hassasiyetle yaptıklarımız kimin hayatına dokundu diye sorgulamalıyız. Çünkü eğer bir kişinin hayatını değiştirebilirsek, dünyayı değiştirebiliriz. Bu nedenle dünyada görmek istediğimiz değişimin parçası olmalıyız diyor Gandhi. Biz değiştirirsek, dünya değişir ama önce kendimizi değiştirmeli, bu faydayı başkalarıyla paylaşmalıyız.

                
2. konu ise Doğal Yaşama Saygı-Çevre Bilinci. İnsanoğlu olarak dünyayı her geçen gün daha yaşanmaz hale getiriyoruz. Geri dönüşü olmayan noktalara gelindi ve geçildi. Buzullar eriyor, su seviyesi yükseliyor, su kaynakları azalıyor, okyanuslarda plastik atıklar inanılmaz seviyelerde ve iklimler değişiyor. Biz de bu hızlı değişime tanıklık ediyoruz. Çok uzun zamandır kış  ayı dahi yaşamıyoruz. 15 yıl önce kar yağışıyla okulların bir hafta tatil olduğu zamandan, kış boyunca hiç kar yağmayan zamana geldik. Sadece 15 yıl içinde. Bu konuyu daha derinlemesine incelemek isteyenler için 1 rapor , 2 belgesel paylaşmak istiyorum.
1.       Küresel İlkim Raporu
3.       25 Litre Belgeseli
Bu nedenle birey olarak çevreye karşı borçluyuz çünkü bu dünyayı bizden sonraki nesillere bırakacağız ve tek yaptığımız sınırsız ekonomik büyüme adına emanete ihanet etmek. Musluğu açıp boşa akıtarak ihanet ediyoruz, ihtiyaç dışı kullandığımız araçlar ile ihanet ediyoruz, tek kullanımlık plastikler ile ihanet ediyoruz. Çok yüksek ihtimalle sonuçlarına biz bile tahmin edemeyeceğimiz boyutlar katlanmak zorunda kalacağız ancak beni korkutan 100-200 yıl sonraki durum. İşte uykularımızı kaçırması gereken nihai soru(n). İşte sonumuzu getirebilecek mirasımız bu.

                Biraz uzun bir yazı olduğunun farkındayım ancak tüm bunlar sizinle paylaşmak istediklerimin kısa özeti. Destekleyici birkaç doküman,video ile beraber. Başında da bahsettiğim gibi hiçbir şey vaat etmeyen 15 ilke. Barney Stinson’un “Bro-Code”’u gibi ama asla 15 maddede mutluluğun sırrı falan değil. Kalın sağlıcakla.

03.03.2020
Seyfi

24 Kasım 2019 Pazar

Zaferden değil, seferden sorumluyuz


Hayat, bir yarış mıdır? Hiç şüphesiz öyle. Size sorsam aynı soruyu, muhtemelen büyük bir çoğunluk hayatın bir yarış olduğunda hem fikir olacaktır. Ancak ne tür bir yarıştır bu dersem, işte asıl önemli olan bu soruya verdiğimiz cevap.
            En genel ifadeyle iki tür cevap olduğuna inanıyorum. Birincisi bu yarışta başarıya ulaşmanın tek amaç olduğu ve o amaca nasıl ve hangi yollardan ulaşıldığının pek önemli olmadığı cevabı. Bu başarı olaydan olaya değişen küçük hedefler, istekler olabileceği gibi, hayat boyu ulaşılmak istenen bir hedefte olabilir tabi. İkinci cevap ise önemli olan o başarıya nasıl ulaştığın, ulaşmaya çalıştığın ve hatta çoğu kez nasıl ulaşamadığın. Yani zafer değildir önemli olan, seferin kendisidir. Seferden ne öğrendiğindir. Seferden keyif almandır. Zafere ulaşamasan da kendine ve çevrene kattıklarındır. Mutluluğun bunda olduğunun farkına varmandır. “İyi işler yapmak için çalış, zenginlik için değil.” ve “İşini iyi yaparsan, başarı seni takip eder.” diyor Amir Khan 3 Aptal(3 Idiots) filminde. Çünkü iyi şeyler yapmanın hep daha fazlası vardır. İşini her zaman daha iyi yapmak için çabalayabilirsin, çabalamalısın. Böylece başarıya ulaştığında birlikte gelen rahatlama hissine kapılarak, mücadeleyi bırakabilme riskiyle karşılaşmazsın. Mevlana bu konuya şöyle açıklık getiriyor. “Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur. Gözünü yıldızlara dik, yol ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır. İnsanın adam akıllı çalışmaya kul olması gerekir. Hangi işe girişirsin ve o işte sana ölüm bile hoş gelirse, işte sevdiğin iş, o iştir.” Bill Gates’in şu sözüyle hayatın tanımını netleştirelim. “Kendimden başka kimseyle yarış içinde değilim. Hedefim, sürekli kendimi geliştirmek.” Evet, hayat bir yarıştır insanın kendisiyle yaptığı. Hayat, yolda olmaktır, yolda kalmaktır, yol aramaktır.
Le Mans 66 movie ile ilgili görsel sonucu"
            İşte vizyona yeni giren Asfaltın Kralları (Orijinal adı: Le Mans’66) filminin final sahnesini izledikten sonra aklımda çakan bu düşünceler oldu. Zaferden değil, seferden sorumluyuz.  Filmden çıkardığım 7 dersten 7. si bu. Şimdi diğer altısından da kısaca bahsetmek istiyorum.
            Film, 1966 yılında düzenlenen Le Mans 24 saat yarışının gerçek hikayesini ele alıyor. Uzun yıllar yarış pistlerine hakim olan Ferrari’yi yenmek için yola çıkan Amerikalı bir ekibin yaşadıkları. Bu işi başarması için güvenilen 2 kişi var. Caroll Shelby ve İngiliz şoför Ken Miles.
Yola bir hayal ile çıkıyorlar. Ferrari’yi yenecek , dünyanın en iyi yarış arabasını tasarlamak ve yarışta onları alt etmek. Shelby’e göre bunu yapabilecek tek kişi Ken Miles. Ken, anlaşması zor, aksi biri. Ford’un “kurumsal” imajına uygun olmayan biri olarak göze batıyor ve bu , böyle bir başarı olacaksa ne olursa olsun kendi başarısı olması gerektiğini düşünen şirketin üst düzey yöneticilerinden birini rahatsız ediyor. Kurumsal açgözlülüğü uğruna , yarışı kaybetmesine sebep olacak dahi olsa, yarışa başka bir pilotu sokmaya çalışıyor.
Ken, sorumluluk alan, hedefe inanan, hayalperest ancak ayakları da yere basan biri. Bir gün oğlu ile gecenin karanlığında yarış pistine oturarak şu soruyu soruyor ona uzakları göstererek. “Oraya piste bak. Orada, atılmayı bekleyen mükemmel yarış turu var. Görüyor musun?” Oğlu, “Galiba görüyorum.” deyince.  “Çoğu insan göremez.” Diyor. Başarıya ulaşması için, yapılması gerekenlerin hayalini kuruyor, gözünde canlandırıyor.  Ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilerek. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sürerken en kritik günlerde Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplarken bu düşüncede olduğunu düşünüyorum. İleride zaferi görüyor, ne yapacağını biliyor ve zafer sonrasına da hazırlanıyor. “Eğer hayal edebilirsen, her şey mümkündür.” Diye bir söz var hoşuma giden. Ancak hayal, sadece ilk ve kolay kısmı. Aslında şöyle olmalı söz. “Eğer hayal edebiliyorsan ve bunu gerçekleştirecek kararlılık ve azmin varsa her şey mümkündür.”
Dahası Ken, yapımın her aşamasında bizzat çalışıyor, aracı test ediyor. Mücadeleyi, çalışkanlığı bir an olsun bırakmıyor. Aracın, motorun limitlerini biliyor ve ona göre bilinçli risk alıyor. “Eğer” diyor “limitleri zorlayacaksan, o limitlerin nerede olduğunu bilmen gerekir.” Yarış günü yaklaşırken, çoğu kimsenin inanmadığı Ferrari’ye karşı bir zafer için oğlunun “Ferrari’yi yenebileceğini düşünüyor musun?” sorusunu “Deneyebilirim.” diyor. “Deneyebilirim.” Başarısız olabilirim ancak en azından deneyebilirim.
En önemlisi nokta ise final sahnesinde rekorlar kırdığı, Ferrari’yi alt ettiği ve şampiyonluğu kazandığı yarışın sonunda aynı üst düzey yöneticinin açgözlülüğü için yaptığı bir yarış aldatmacası sonucunda kurallar gereği birinci değil, ikinci olduğunda Ken’ in Shelby’e kurduğu cümle. “Bana şampiyonluğu değil, direksiyonun sözünü vermiştin.” Ben seferden keyif aldım, benim için önemli olan şampiyon olmak değil, yarışmaktı diyor.Özetle film, vizyoner olmayı(1), çalışkanlığı ve mücadele ruhuna sahip olmayı(2), risk almayı(3) ancak limitlerini de bilmeyi(4), hayatın inişler ve çıkışlarla dolu olduğunu(5), en azından deneyecek cesarete sahip olmayı(6) ve zaferden değil, seferden sorumlu olmayı(7) anlatıyor. Tabi görüntü ve ses efektleri ile birlikte filmden aldığın keyif tuzu, biberi.  Zafer, sefer ilişkisinin mutluluk açısından değerlendirmesi de var tabi ancak o kısma girmeden sözü Oytun Erbaş’a bırakıyorum.

Seferden keyif alanlardan olmak ümidiyle.
_______________________


İlave :


24 Ekim 2019 Perşembe

İyilik Günlükleri Üzerine - 1


Geçenlerde size 2. Sezonu Netflix’te yayınlanan İyilik Günlükleri (Kindness Diaries) adlı belgesel serisinden bahsetmiştim. Belgesel, Alaska’dan Arjantin’e kadar sadece insanların iyiliğine güvenerek gitmeye çalışan Leon Logothetis’in ilham ve umut veren yaşadıklarını konu alıyor.  İlk 4 bölümü izledikten sonra beni etkileyen, önemli olduğunu düşündüğüm notları paylaşmak istiyorum.

            Bu yolculuğuna çıkış sebebini şöyle anlatıyor Leon. “Dünyamızı düşündüğümüzde, genellikle aklımıza acının, kaosun ve nefretin görüntüsü gelir. Ama görülecek daha fazlası var. Sadece nereye bakmamız gerektiğini bilmeliyiz ve yakından baktığımızda insanlığı en iyi haliyle görürüz. İyilik, dünyayı değiştirebilir.” İlk bölümde karşılaştığı Tom, nereye bakmamız gerektiğine “Zamanımızın çoğunu yukarıda (başını gösteriyor) geçiriyoruz. Ancak aşağı(kalbini gösteriyor) inmediğin sürece yaşamıyorsun .” diyerek işaret ediyor. Bölümün sonunda Leon’u evinde misafir eden Jon ise aşağıya indiğinde ve kalbin ile ilgilendiğinde aslında kendine iyilik yaptığını söylüyor. Belki de hayatımızın en önemli ve vazgeçilmez görünen parçası olan teknoloji ve “akıllı” nimetlerini o kadar çok benimsedik ki tüm hayatımızı yukarıda geçiriyoruz. “İnsanlarla konuşmaya ihtiyaç duymuyoruz çünkü her an, herkese bağlıyız(connected) diyor Tom ve Türkçe’ye “Gerçek manada ilişki kurmadan, herkes ile ilişki içindeyiz.” olarak çevirebileceğim “connected through disconnected” diye ekliyor. Böylece şu anı kaçırıyoruz çünkü hayat şu an yaşanıyor. 5 dakika sonra değil, 5 dakika önce de değil.

Devamında iki hafta önce yaşadığı bir yardım etme olayını anlatıyor. “Market sırası beklerken, önümdeki kızın kredi kartı birkaç kez denenmesine rağmen çalışmadı. Biraz bekledikten sonra “sorun değil, ben hallederim.” dedim. Etrafın ilginç ve emin misin bakışları eşliğinde “Önemli değil, ben öderim.” dedim.”  Ve şu soruyu soruyor: Bu neden normal değil? Neden çok büyük bir olay? Halbuki çok basit bir şey. Bunu duyunca bizim de ne kadar çevresine duyarsızlaştığımızı düşündüm. İnsanların sadece izleyerek videosunu çektiği cinayetler, sokaklarda bir dilim ekmeğe muhtaç insanlar ve uzatıl(a)mayan yardım elleri. Endişeden, korkudan, vurdumduymazlıktan, güvensizlikten uzatılmayan yardım elleri. Tabi ki uzatılan elleri de görmeli, yüceltmeli, ön plana çıkartmalı ve örnek almalıyız. Aklıma 3 örnek geliyor . İlki Türkiye İhtiyaç Haritası (https://www.ihtiyacharitasi.org/ ), ikincisi atık kağıt toplayan Mehmet Karamanlı’ ya sürpriz doğum günü kutlaması  düzenleyen üniversite öğrencileri 

ve sonuncusu bunun farklı bir versiyonu cam silen çocuğa yapılan sürpriz ve niceleri.


 İşte ihtiyacımız olan bu iyilikler. Çünkü iyilik, dünyayı değiştirebilir. İyilik bize doğru gelir ve onu paylaşabildiğimiz kadar çok insanla paylaşmak bize kalmış. Eğer iyilik yapmaktan keyif alıyorsak, başkalarının mutluluğu bizi mutlu ediyorsa, yukarıdan aşağıya inenlerden biri olma yolunda ilerliyoruz demektir.

            2.Bölümün başında Nowatah adlı bir Kızılderili 1964-1970 yılları arasında Kanada’da yerel okullarda onlara uygulanana kültür soykırımını anlatırken şu derin ve çarpıcı cümleleri kullanıyor. “İçimdeki Kızılderili’yi çıkartıp, beni sen gibi yapmaya çalıştılar. Bizi kontrol edebilsinler diye. Kültürümün yok edilişi, içimden bir şeyin sökülüp alınması gibi hissettirdi. Halbuki ten renginin bir önemi yok. Çünkü hepimiz burada yaşamak zorundayız. Tek alamadıkları şey ise kahkahamızdır. Onu alamadılar. İşte  esas olan budur.” Derin yaraların izlerini taşıyan bu cümleler, beni de derinden etkiledi. Çünkü ben de kültürü yok edilmeye çalışılan ve sürgün edilen Bulgaristan göçmenlerinden biriyim. Bu konuyu merak edenler olur ise “Sürgün ve Ölüm-Bulgaristan ”  adlı belgeseli izleyebilirler.

. İlave olarak, okumadığım ancak adıyla ilgili çeken Eğitim-Bir Kitle İmha Silahı-John Taylor Gatto adlı  kitap, eğitimin ne amaçlar için kullanıldığına göz atmak için ideal olabilir.
bir kitle imha silahı ile ilgili görsel sonucu"
 Son kısımda ise evini her Çarşamba barbekü vesilesiyle oraya yeni gelen her çeşit insana açan Richard’ın  iyilikleri var. Bir topluluğuna ait olmanın ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi ise diyor: “Ortak gülüşü paylaşmak.” Çünkü hepimiz aynıyız ve burası sahip olduğumuz tek yer ve Nowatah’ın dediği gibi “Hepimiz buraya yaşamak zorundayız.” 3. ve 4. Bölümlerde zorluk yaşayan insanların aynı zorlukları yaşamasınlar diye diğer insanlara yardım etmede gösterdikleri istek ve çaba üzerine. Daha az şeyi olan insanların, daha fazla yardım ettiğini ve iyilik yaptığını anlatıyor.

            Özetle ve kısaca, tek bir mesaj var. “ İyilik, canlı ve hayatta”. (Kindness is alive and well)

Seyfi Şerifoğlu
24.10.2019