İletişim, günümüz
dünyasının popüler kelimelerinden biri. Bunu her gün saatlerimizi harcadığımız
iletişim araçlarının çokluğundan da anlayabiliriz. Peki, bu iletişim araçlarını
bu kadar fazla kullanıyor oluşumuz, kurduğumuz iletişimin kalitesiyle doğru
orantılı mı? Hiç şüphesiz hayır. Aksi olsaydı, bugün hem özel, hem de iş
hayatımızı etkileyen sebeplerin – boşanmalar ve işten istifalar- en üst
sıralarında iletişim kaynaklı problemlere rastlamazdık. Bu durumun her geçen
gün kötüleştiğini söylemek ise sadece malumun ilanı olabilir.
Bu
durumun tüm nedenleri içine alan tek bir sebebi var. ‘Ben’cillik. Bunu basitçe Google’da
iletişim problemlerini aratarak (Türkçe veya İngilizce), çıkan problemlerin
nasıl kişilerin bencilliğine dayandığını teyit edebilirsiniz. Herkesin tek
amacının karşısındakini alt etmek, ne olursa olsun haklı olmak olduğunu
düşünürsek, bu sonuç çok şaşırtıcı olmayacaktır. Bu süreçte ise kazandım
diyebilmek uğruna kaybedilenler, kaybetmeyi göze aldıklarımız herkesin kendine
vermesi gereken bir cevabın soruları.
Yolun
Sonundaki Mutluluk mu? yazımda, insan psikolojisinin bazı yönleriyle nüfuz
edilmesi olanaksız duvarlar arkasında korunduğunu söylemiştim. İletişim
konusunda da bu düşüncemi sürdürüyorum. Çünkü iletişim altında yer alan
çatışa/tartışma/münakaşa/fikir ayrılığı gibi konularda asırlar önce söylenenler
hala geçerliliğini o günkü gibi devam ettiriyor.
En
büyük iletişim açmazlarından biri ise çatışma/anlaşmazlık. Üstelik bu açmaz çözülemediğinden
değil, çözemediğimizden ileri geliyor. Yani beceriksiz olan bizden başkası
değil. Bu sebeple de bu durumları yönetebilmek kritik bir öneme sahip.
Yönetmeye başlamadan önce üç noktayı kabul ederek işe başlamamız gerekiyor.
1.Çatışmadan tartışılmaz. (Cicero)
2.Sorun, hiçbir zaman karşımızdaki kişiyle alakalı
değildir. Alakalı olduğu zamanlarda dahi.
3.Düşüncelerde inat ve şiddet, aptallığın en açık
belirtilerindendir. (Bernard Barton)
Bu üç noktada
hem fikir isek çatışma/anlaşamamazlık durumlarında verdiğimiz altı tür tepkiyi /
baş etme yöntemini inceleyebiliriz.
1.Kaçmak
Bu tepki, durumu görmezden gelip, çatışmadan kaçtığımız tepki türü.
Problem çözülemediği için iki tarafın da zararına olan ve çözümün bulunamadığı
durumlar oluşuyor.
2.Kavga Etmek
Bu durumlar
ortaya çıktığında kavga ile karşılık vermenin tek bir amacı vardır. Karşı
tarafı püskürterek, kazanmak. Burada kendimize şu soruyu sormalıyız.
·Değerli fikirler mi arıyorum, galibiyet mi?
·Sorunu çözmek mi istiyorum, galibiyet mi?
Duruma farklı
bir bakış açışı da şöyle. Münakaşada yanlış bilen, haksız olan taraf, aslında
galip gelendir. Çünkü yanlış olan taraf (bu durumu kabul etme erdemini
gösteriyorsa eğer) bir adım ileri gitmiş ve yeni bir şey öğrenmiştir. Haklı
olan, galip gelen ise yerinde sayıyordur.
3.Vazgeçmek
Boyun eğerek-
karşı tarafın tüm isteklerine evet demekte farklı bir çatışma tepkisidir. Ancak
görüleceği üzere yine tek taraflı bir kazanç söz konusudur.
4.Sorumluluktan kaçmak
Konuyu
anne/babaya, yöneticilere vs. çıkararak, oradan gelecek karara/ yönlendirmeye güvenmek
ve sonucun kimin lehine olacağını başkalarının inisiyatifine bırakmaktır.
5.Uzlaşma
İki tarafında
bazı fedakarlıklar yapacağı ve iki taraf içinde tamamen ihtiyacı olan sonuçlara
ulaşamadıkları durumdur.
6.Fikir Birliğine Varmak
Herkesin ihtiyaçlarını
karşılayan(isteklerini değil) bir çözüm bulma arayışı olan bu son madde ise en ideal çatışma
ile baş etme yöntemidir. Çünkü ortada bir çatışma ve bu çatışmanın tarafları
var ise bu tarafların varmak istediği ortak bir nokta da mutlaka vardır. Şirket
içi olan bir çatışmada ortak nokta/hedef iki bölüm için de karlılığı artırmak,
maliyetleri azaltmaktır. Bu nedenle çatışmaları işbirliği içinde problemleri
çözeceğimiz unsurlar olarak görmeli, ortak paydalarda birleşmeli ve herkesin
ihtiyaçlarına cevap veren çözümler üretmeliyiz. Farkı yaratan bu durumlar ile
nasıl başa çıktığımız olacaktır. Aksi takdirde kördüğüm çatışmaların içinde akıntıya
karşı kürek çekmekten başka bir şey yapmamış oluruz. Sonunda bir hareket meydana
gelir ancak bir ilerleme meydana gelmez.
Bugün 31 Aralık 2020. Hava sıcaklığı gündüz yaklaşık 20
derece ve yazlık kıyafete gayet uygun. Çoğu kişiden duyduğum ise bu havaların
ne kadar güzel olduğu. Tekrar ediyorum bugün 31 Aralık ve şunu rahatlıkla
söyleyebilirim ki “bizi bu güzel havalar mahvetti”.
2020 yılı
Covid kriziyle tarih sayfalarında yerini çoktan aldı. Aşı çalışmalarının da
başarısıyla nispeten yakın bir gelecekte bu krizi arkamızda bırakacağımızı
umuyorum. Ancak dert edinmemiz, endişelenmemiz hatta uykularımızın kaçışına
sebebiyet vermesi gereken ve ne yazık ki gerekli dikkati göstermediğimiz iki
büyük kriz var. Su krizi ve İklim/Çevre krizi. Yaşadığımız yerden, rahat
koltuklarımızda oturup bu krizlerde neyin nesi, nerden çıktılar diyebiliriz. Şu
an biz değil belki ama milyonlarca hatta milyarlarca insan bu krizleri yaşıyor.
Önemli olan bizim ne yapacağımız. Bizim, kendimizi – insanlığı- kurtarmak için
ne yapacağımız. Çünkü doğa bizimle veya biz olmadan kendini tekrar inşa
edecektir. Ona verdiğimiz bunca zararın aslında kendimize verdiğimiz zarar
olduğunu anladığımızdan beri doğayı koruma adı altında yine kendimizi korumaya
ve paçamızı yok oluştan kurtarmaya çalışıyoruz. İşte bizi uçurumun kenarından
bir adım öteye sürükleyecek ya da kurtaracak olan bu bencilliğimiz. Şu an ki bencil
yaşam tarzımızı devam ettirmeyi mi yoksa gelecekte var olmayı mı tercih
edeceğiz.
Bu yazdığım aslında yazının son cümlesi olmalıydı ama detaya girmeden, lafı
uzatmadan önce sorumluluğu omuzlarımıza yüklemek istedim. Burada bu krizler
nasıl çözülür, neler yapılmalı gibi sorulara cevap aramayacağım. Konunun
uzmanları, bilim adamları bu sorunlar hakkında çalışıp, acı reçeteleri önümüze
koyuyorlar. Benim yapmak istediğim ise çarpıcı bilgiler vererek bu konuya
dikkat çekmek ve endişelenmenizi sağlamak. Öncelikle su krizi ile başlamak
istiyorum. Su, bizim için günlük hayatta neredeyse hiç dert edinmediğimiz bir
gıda. Çoğu zaman rahatlıkla erişebiliyoruz. İki saatlik su kesintisinde bile
bir tık ile hemen su siparişi vererek, su tedarikini sağlayabiliyoruz. İşte tam
bu sebeple en çok israf ettiğimiz ama bir damlasını bile boşa akıtmamamız
gereken bir yaşam kaynağı.
Bu iki fotoğraf çok şey anlatıyor
aslında ancak yine de birkaç bilgi paylaşmak istiyorum. Dünyada iki milyar
insan temiz içme suyu olmadan yaşamaya çalışıyor. 2019 yılında 5 yaş altı bir
milyon çocuk temiz su ve sanitasyona erişimi olmadığı için hayatını kaybetti.
Böyle bir dünyada bir damla suyu israf etme hakkımız bulunmuyor.
“Nehir
kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz.'' Hz. Muhammed
Temiz içme suyuna yönelik yönelik oldukça umut verici ve
başarılı çalışmalar mevcut. Cesur Mavi Dünya belgeselinde bu çalışmaları görebilirsiniz. Inside Bill’s Brain serisinin ilk bölümünde ise Bill Gates’in üzerinde çalıştığı
ve yatırım yaptığı dışkıdan içme suyu elde sistemi farklı bir bakış ve çözüm
sunuyor. Evlerdeki su israfını önlemek için ise HydraLoop’un
geliştirdiği çözüm oldukça başarılı.
Diğer kriz ise İklim ve Çevre Krizi.
Su kriziyle bunları birbirinde tamamen ayırmak ve ayrı düşünmek tabi ki mümkün
değil. En nihayetinde ikisi de insan kaynaklı krizler. İklim ve çevre krizinde
üç ana faktör var. Toprak, Bitkiler ve Vahşi Yaşam (Biyoçeşitlilik).
Sağlıklı topraklar, su ve
karbondioksiti tutma açısından kritik rol üsteliyor. Toprak, atmosfer ve
toprakta yaşayan bitkilerin toplamından daha fazla karbon tutabiliyor. Bu
sebeple sağlıklı toprak, küresel ısınmayla mücadelede çok önemli rol oynuyor.
Ancak dünyanın üçte ikisi çölleşiyor ve Birleşmiş Milletler’e göre dünyada
kalan yüzey toprağı altmış yıl içinde yol olacak.
Allon Savory şöyle diyor. “ Verimsiz topraklar, fakirlik yaratır.
Fakirlik, toplumsal çöküşü doğurur. Verimsiz topraklar, sel ve kuraklığın daha
sık yaşanmasına ve kitlesel göçlere sebep olur. 2050 yılına kadar bir milyar
insan çölleşme nedeniyle başka yerlere göç etmek zorunda kalacak. Bu nedenle
tarım arazilerinin verimli kullanımı, yeni yüksek teknolojilerin adapte
edilmesi gelecekte dünya nüfusunu beslemek için kritik öneme sahip. Hollanda bu konuda dünyadaki öncü ülkelerden
bir tanesi.
İkinci nokta,
vahşi yaşam alanlarının geri kazandırılması. Endüstriyel besin üretimi için
tarım arazisi veya büyük baş hayvan çiftliklerine dönüştürülen bu alanların
tekrar vahşi yaşam alanlarına dönüştürülmesi gerekiyor. Eğer sebze ağırlıklı
beslenseydik, şu an ihtiyaç duyulan arazinin yarısı gerekecekti. 2100’e kadar
11 milyar insan nüfusu olacağı düşünülürse ve eğer aynı yaşam tarzı ile
yaşamaya devam edersek, bugün konuştuklarımızın hiçbir anlamı kalmayacak. Çünkü
muhtemelen geri dönüşü olmayan yola çoktan girmiş olacağız. Tabi topyekûn bir
dönüşüm bugünden yarına mümkün değil. Bunun için devletlerin, şirketlerin
ellerine taşın altına sokması gerekiyor. ABD’nin Paris İklim Antlaşması’ndan çekildiği bir dünyada bunu
beklemenin ne kadar gerçekçi olduğunu sizlerin düşüncesine bırakıyorum. Yenilenebilir
enerji kaynaklarının kullanımı da sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dünya için
üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir alan. Mevcut enerji üretiminin bu
alanlara kayması gerekiyor. Bu kaynaklar bize ihtiyacımız olan enerjinin çok
daha fazlasını sağlıyorlar. Dünya bitkileri her gün 3 trilyon kilowatt saat
güneş enerjisi yakalıyor. İhtiyacımız olan enerjinin 20 katı.
Ancak tüm
yazılanlara, uyarılara ve çözümlere rağmen tek yaptığımız kulaklarımızı
tıkayarak tüketmek. Kendi bencil isteklerimiz uğruna dünyayı tüketmek. Bu
tüketimin boyutları öylesine büyük ki bu yıl Dünya Limit Aşım Günü 22
Ağustos’ta gerçekleşti. Dünyanın bir yılda ürettiği kaynakları, yılın yarısında
tükettik. Vahşi yaşamı, biyoçeşitliliği de aynı hızla tüketiyoruz. Her yıl 15
milyardan fazla ağaç kesiyoruz. Büyük balıkçı filoları uluslararası sularda
balık avına 1950’li yıllarda başlamasına rağmen denizlerdeki balıkların %90’ını
bitirdiler. Kuzey kutbundaki yazlık deniz buzu 40 yılda %40 azaldı. Nehirleri
ve gölleri kirleterek ve kurutarak temiz su kaynaklarının %80’ini azalttık.
1937 yılında dünya nüfusu 2,3 milyar, atmosferdeki karbon milyarda 280 parça ve
kalan yabani doğa%66 iken 2020’de nüfus
7.8 milyar, karbon milyarda 415 parça ve kalan yabani doğa %35. Rahat bir yaşam
uğruna yaptığımız sömürü ve zarar geri döndürülebilir mi? Kesin bir evet. Geri
döndürecek miyiz? Geri döndürebilecek miyiz? Yine kendimizi kurtarabilecek
miyiz? Bunu kendi adıma yaşam süremde görebilirim. Beni düşündüren ve
endişelendiren ise uçurumun kenarında atacağımız adımın yönü.
Kaynaklar:
Cesur
Mavi Dünya (Netflix)
David
Attenborough : Gezegenimizde Bir Yaşam (Netflix)
Ülkemizde salgının üç ayını geride
bıraktık. Kendi adıma bu dönemden öğrenebilmiş olmamızı dilediğim tek ders var.
O da hayattaki tüm mutluluk kaynağının küçük şeylerde gizli olduğu gerçeği.
Dışarı çıkabilmek, sevdiklerimizle görüşebilmek, kucaklaşabilmek hatta rahatça
nefes alabilmek bile ne büyük mutlulukmuş meğer.
“İnsanlar genellikle suyun üzerinde ya da havada yürümeyi mucize olarak
tanımlar. Bence gerçek mucize havada veya suda yürümek değil, bu gezegende
yürümektir. Her gün mucizelerle yaşıyoruz ama farkında bile değiliz.”(Kendini İçinde Ara - Chade-Meng Tan)
Ancak üzücü olan şu ki yarın bu salgın
dönemini tamamen atlatsak, yine eski telaşlı, huzursuz ve mutsuz hayatlarımıza
dönerek bundan şikayet etmeye başlarız. Bu konuda en ufak şüphe dahi duymuyorum.
Çünkü insanoğlunun binlerce yıldır aradığı, yanı başında olduğu halde
bulamadığı tek şey; öyle sanıyorum ki mutluluk. Hem de bu kadar küçük şeyler
bize bu mutluluğu sağlarken.
Endüstriyel ve modern yaşamın küresel
bir telaş çağı başlattığı ve bu sebeple tüm bu şikayetlerimizin haklı ve
geçerli olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum ancak bunun kolaycılık olduğunu da
belirtmek zorundayım. Zira bu düşüncem Bertrand Russell’ın yaklaşık 100 yıl
önce yazdığı Mutlu
Olma Sanatı kitabını okuyunca iyice pekişti. Çünkü insan psikolojisi ve
ruhu bazı yönleriyle insanlık tarihi boyunca nüfuz edilmesi olanaksız kale duvarları
arkasında korunuyor ve değişmiyor.
Mutluluğun yolları hiç değişmezken mutluluğu
aradığımız yanlış yerlerde değişmiyor. Köyden kente, doğadan betona koşuyoruz
ve mutluluğu arıyoruz ancak bir asır önce modern şehir yaşamının bu denli ağırlıkta
olmadığı zamanlarda bile şunu diyor Bertrand Russell.
“Modern şehir halkının çektiği can sıkıntısı, doğadan uzak
kalışından kaynaklanır.”
Sosyal medya
aracılığıyla günümüzde ideal ve mükemmel hayatları, özenerek hatta çoğu kez
kıskanarak izleyip, kendi hayatlarımızla karşılaştırıyor, kendi hayatlarımızı
değersizleştiriyor ve kaçınılmaz olarak mutsuzlaşıyoruz. 100 yıldır hiçbir şeyin değişmediğine şahitlik etmek için tekrar Bertrand Russell’a
kulak verelim.
“Eskiden insanlar
sadece komşularını çekemezlerdi, çünkü başkaları hakkında pek az bilgileri
olurdu. Bugün ise, iletişim olanaklarının artması nedeniyle hiç tanımadıkları
insanlar hakkında bile genel olarak çok şey biliyorlar. Filmlerden
izledikleriyle zenginlerin yaşam biçimlerini bildiklerini sanıyorlar. … Bugünkü
haliyle uygar insanoğlu, nefrete dostluktan daha fazla eğilimlidir. Nefrete
eğilimlidir, çünkü yaşamdan hoşnut değildir, çünkü yaşamın anlamını
yitirdiğini, dünya nimetlerinin tadını başkalarının çıkardığını kendisinin
birçoğundan yararlanamadığını hissetmektedir.”
“Akıllı bir adam
için, elinde bulunanlar , başkalarının sahip oldukları nedeniyle değerlerini
yitirmezler.”
Mutluluğu satın aldıklarımızda, elde
ettiğimiz başarılarda, ulaştığımız hedeflerde arıyoruz. “Mutluluğun yolu
yoktur, mutluluk bir yoldur.” ve “Yolun kendisi bir yere varmaktan daha
güzeldir.” diyor Buddha 2500 yıl önce. Biz ise yolun sonunu mutluluk
sanıyoruz ve ilave olarak rahat olmanın, rahat yaşamanın hakkımız olduğunu varsayıyoruz.
“Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur. Gözünü
yıldızlara dik, yol ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır. “(Mevlana)
Sonuç olarak mutluluğun yaşadığımız deneyimler,
yürüdüğümüz yol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yüzden mutluluk, yolun
sonunda değil. Mutluluk yolun kendisi ama yolun sonunda rahatlıkta olmayabilir.
Sokakta yürürken tanık olduğum belki
7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun annesine sorusu bu. “Sen hiç VLOG çektin mi Anne? O
yaşta bir çocuğun vlogu nereden ve nasıl öğrendiğini, neleri izlediğini ve
nelere özenip örnek aldığını sizlerin hayal gücüne bırakıyorum. En nihayetinde
çocuk zihni bir sünger gibi işlev görüyor. Çevresinde maruz kaldığı her türlü
bilgiyi emerek öğreniyor ve bu bilgiyle sorular soruyor. Yansıttığı da doğal
olarak maruz kaldıklarından başkası değil.
Burada çocuğun öğretici/eğitici
vloglar izleyip bunu sorduğu yargısında bulunmak isterdim ama bunun safça bir hayal
olacağı konusunda sanırım hepimiz hemfikir oluruz. Youtube arama kısmına sadece
“Vlog” yazıp, karşınıza çıkan videoları gördüğünüzde neden safça olacağını
eminim daha iyi anlayacaksınız. Zira ben bu kadar işe yaramaz, bu kadar saçma
sapan ve bu kadar şaklabanlık içeren bir vlog yığını ile karşılaşacağımı tahmin
etmezdim. Çünkü takip ettiğim birkaç kanalda yayınlanan ve izlediğim vlog ve
vlog tarzı içerikler dışında hiç bu aramayı yapmamıştım. Tabi ki Barış Özcan
gibi kendine sanat, tasarım ve teknoloji temasını belirleyerek kaliteli içerik üretenleri
kastetmiyorum ancak tüm bu şaklabanlıkları ve özellikle de aynı yaşlarda 1,3 milyon aboneli Youtuber'ı görünce bu çocuğun sorusunu garip karşılamıyorum ama değişen değerlerimiz ve
geleceğimiz hakkında endişelenmeden de kendimi alamıyorum.( Yeni Salgın Youtuber: Bölüm 1 , Bölüm 2 ) Nereye gidiyoruz? sorusu aklımı çokça kurcalıyor. Şahit olduğumu bu çürümeye Amin MaaloufUygarlıkların Batışı adlı kitabında şöyle sitem ediyor.
İsterlerse serseri olsunlar,
"zenginlerin ve ünlülerin" rol model konuma yükseltildikleri bir
devirde, bundan dolayı tüm değerler manzumesinin itibarını yitirdiği nasıl
gösterilebilir?
Ve şöyle devam ediyor:
La Fontaine, Ağustos Böceği ile
Karınca'da kendi zamanının ahlakını yansıtmıştı, evrensel ve kalıcı değerlere
sahipmiş gibi görünün bu ahlak anlayışına göre, titiz, özenli ve günlük çalışma
kesin değerlerdi ve ağustos böceği "bütün yaz" şarkı söyleyeceğine bu
değerden esinlenmeliydi. Masalda güzel rol karıncaya aitti. Her mevsimde çalışma
azmi sayesinde herkes tarafından onaylanıyor, masalın sonunda gülenleri kendi
yanına çekiyordu. Ağustos böceği ise kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Günümüzde
ise tam tersi oluyor. Karıncalarla alay ediliyor, onlar küçük görülüyor.
Ebeveynlerinin ömürleri boyunca sabahtan akşama didindiklerini, buna rağmen ne
maddi rahatlığa erişebildikleri, ne orta sınıfa dahil olabildiklerini ne de
isimsizlikten kurtulabildiklerini görmüş gençler, onlara takdirden çok acıma
hissiyle yaklaşıyorlar. O örneği izlemelerini destekleyecek hiçbir şey yok. Tam
tersine, o örnekten uzak durmaya, isterse iğrenç dolandırıcılıklar ve
kaçakçılıklarla olsun, "başarmış olanlara" öykünmeye veya her ne
yoldan olursa olsun şöhret cennetinde kendi on beş dakikalarını kazanmaya teşvik
ediliyorlar. Rol modellerin altüst olmasının, uzun süre ayıp kabul edilmişe
hayranlık duymaya ve uzun süre örnek gösterilmişi aşağılamaya başlamanın bir
nüfus bünyesinde nasıl zararlara yol açabileceği üzerinde ne kadar durulsa
azdır.
İşte tüm bunların altında yatan tek
bir güdü var. Kolay kazanılan başarı rüyası. Öyle sanıyorum ki, bunun için tek bir
çözüm yolu bebeklikten itibaren, tüm gelişim ve eğitim hayatı boyunca aile,
okul iş birliği ile sağlam bir değerler zinciri oluşturmak. Bu sayede de
toplumun değer yargılarını kuvvetlendirerek toplumsal çürümenin önüne geçmek ve
toplumu kalkındırmak. Bir belgesel dizi tavsiyesi ile yazımı noktalıyorum. Hindistan’ın en yoksul ailelerinden sadece bir
çocuğa eğitim imkanı sağlayan, değer
yargıları öğreten , sağlam bir akademik eğitim vererek iyi üniversitelere gönderen
Shanti Bhavan okulunun ve öğrencilerinin hikayesi. Tek bir amaç üzerine kurulu
bir sistem, toplumun en altta görülen kesimini kalkındırmak.
2019’un ortalarında yazdığım “Yaşadım
Diyebilmek için” adlı yazımda Nazım Hikmet’in yazıyla aynı adı taşıyan
şiirinden alıntı yaparak “Ne demek yaşadım diyebilmek?” gibi soruları
kendime sormaya çalıştığımdan bahsetmiş ve bunun için kendimizin, çevremizin ve
yaşadığımız anların farkına varmamız gerektiğini söylemiştim. Bu yazımda farkındalık
kısmını biraz irdelemek istiyorum.
Zaman, biz geçtiğinin farkına bazen
varmasak bile durmadan akıp gidiyor. Biz ise bu hengamenin içinde yuvarlanıyoruz.
Düşünmeden, görmeden, işitmeden ve yaşamadan. ‘Anı yaşa’ diye çevrilen ‘Carpe
Diem’ aslında daha doğru çevirisiyle ‘Anı Yakala’ anlamına geliyor. Ne demek
olduğunu Ölü Ozanlar Derneği filminde Robin Williams'ın(R.I.P) canlandırdığı Edebiyat öğretmeni John Keating'ten öğrenelim. (Türkçe Dublajlı Versiyon)
Anı yakalamak için insanın
çevresinin ve kendisinin farkında olması ve bunları gözlemleyebiliyor olması
gerekiyor. Geçenlerde katıldığım bir komedi gösterisinde komedyenin
gözlemleyerek tespit ettiklerini anlatırken, arka sırada oturan seyircilerden
bazısı srekli olarak "Aaa, evet, gerçekten doğru" diyerek, bir çeşit
aydınlanma yaşıyorlardı. Hepimizin gördüğü ancak biri anlatınca farkına
vardığımız onca şeyi düşünme kısmını size bırakmadan önce farkındalık ile ilgili bir film ve 2 kitap önermek istiyorum.Dingin Savaşçı(Peaceful Warrior) filmi ve Doğan Cüceloğlu'nun Savaşçı ve Gerçek Özgürlük kitapları. Farkındalık alanında çok farklı ufuklar açacağına inanıyorum.
6 yıl kadar
önce Doğan Cüceloğlu’nun Gözlemler
adlı yazılarını okuduktan sonra , ben de biraz özenip ‘Acaba ben de çevreme bu
farkındalık ile bakabilir miyim?’ diyerek çabalamış ve gözlemlediklerimi 8
yazılık Gözlemler
adlı bir seri (1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 , 7 , 8 , 9) halinde blogumda yayınlamıştım.(Özendiğimi söylemiştim.:)) Tüm bu
çabalar Dışfarkındalık ile ilgili ve bakın farkındalık bakışı ile Thich
Nhat Hanh, yürüme gibi basit bir deneyimi nasıl tanımlıyor?(Kendini İçinde Ara - Chade-Meng Tan)
“İnsanlar
genellikle suyun üzerinde ya da havada yürümeyi mucize olarak tanımlar. Bence
gerçek mucize havada veya suda yürümek değil, bu gezegende yürümektir. Her gün
mucizelerle yaşıyoruz ama farkında bile değiliz. Mavi gökyüzü, beyaz bulutlar,
yeşil yapraklar, kara gözlü çocuğun meraklı bakışları, kendi iki gözümüz. Hepsi
birer mucize.”
Şimdi ise
Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir.” Diye ifade ettiği Özfarkındalık
kısmından yani kendinin, değerlerinin, amaçlarının farkında olmak kısmına
geçmek istiyorum. Hatta biraz daha spesifik olarak, kendimce belirlediğim, bana
yol gösteren ve her zaman aklımda ilkeler, prensipler. Hiçbir şey vaat etmeyen prensipler
ama ‘yaşadım’ diyebilmek için kulağıma küpe yaptıklarım. Hiçbir şey vaat
etmeyen diyorum çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki başarı diye tanımladığımız
her şeye ulaşmak çok kolay. Birilerinin elinde Alaaddin’in Sihirli Lambası var
ver her ovaladıklarında lambadan çıkan cin şöyle şeyler söylüyor. 3 Günde
Yağlarınızdan Kurtulun, 5 Maddede Milyoner Nasıl Olunur? , Patronunuzu
Etkilemenin 4 Sihirli Adımı. Hiçbir şey
vaat etmiyorum dememin sebebi, bu şekilde anlaşılmaktan korkmak. Aksi halde
yıllarca çalışıp, iş hayatında, sanatta veya herhangi bir alanda başarılı olmuş
insanların paylaştığı hayat dersleri tabi ki altın değerinde. Hatta benim böyle
bir yazıyı yazmamdaki etkende bu paylaşılan hayat dersleri. Okuduğum, dilediğim
bu derslerden tabi ki herkes gibi ben de çok ilham alıyorum ancak şunu fark ettim
ki ben aslında pasif roldeyim. Dinleyici veya okuyucu olarak. Bunu fark edince
kendime şu soruyu sordum. “Benim de ilkelerim var ama bunlar neler? Bu hayat
yolunu yürürken hangi değerlere dikkat ediyorum?” İşte bu sorunun ardından düşündüm,
yazdım, karaladım, değiştirdim ve en nihayetinde bir çerçeveye oturtabildiğim
birazdan paylaşacağım 15 maddeyi oluşturdum. Bu 15 madde her günüme anlam ve
farkındalık katmama yardımcı olan ilkeler, değerler. Ne derseniz, deyin. İlkelerimi
paylaştıktan sonra bir önem sırası olmaksızın biraz içlerini doldurmak adına
detaylandıracağım.
İlkelerim
1.Değişimi Kabullenme ve Uyum Sağlama
2.İyi Niyetli Olma ve Etik Kurallara Dikkat
3.Doğruluk Kaygısı
4.Gelişim ve Sürekli Öğrenme
5. İşinin
Hakkını Vermek ve En iyisi için Çabalamak
6.Toplumsal Duyarlılık
7.Çevre Bilinci
8.Merak-Öğrenme Tutkusu
9.Sorumluluk Duygusu
10.Üretkenlik ve Paylaşım
11.Mücadele Ruhu
12.Şans-Kader
13.Kararlılık ve Sabır
14.Farklılıklara Saygı
15. İyi İlişkiler Kurma
“Aynı nehirde iki kez
yıkanamazsın.” diyor Herakleitos. Geçmiş zaman yerine şimdiki zaman
kullanıyorum çünkü gramer olarak dahi olsa bunun geçmişte kalmış bir söz olarak
bilinçaltına dahi yerleşmesini istemiyorum. Değişim – transformasyon,dönüşüm-
günümüzün en önemli olgularından biri ve kanımca en önemlisi. Yaşamın her alanında
bu değişimi deneyimliyoruz. Teknoloji ve ekolojik değişimler- ekolojik bozulma daha
doğru bir kavram olur- her gün gündemi meşgul eden konular arasında.
Bu değişim biz
bazen kabul etmekte zorlansak veya inanmasak bile kaçınılmaz. Bu sebeple
değişimi kabullenme ve uyum sağlama yeteneği en kritik yetkinliklerden biri.
Her ne kadar zor kısım değişimi kabullenme gibi görünse de, bence asıl önemli
ve zor kısmı bundan sonraki aşama. O da değişime ayak uydurmak için sürekli
öğrenmek ve gelişmek zorunda oluşumuz. Şanslıyız ki yaşadığımız dönem,
tarih boyunca bilgiye ulaşım açısından en rahat imkanlara sahip olduğumuz bir dönem.
O noktada üzülerek belirtmeliyim ki hiçbir mazeretimiz yok. Esas olan bunca
kaynağı nasıl değerlendirdiğimiz. (Serdar Kuzuloğlu'nın MZV Gençlik Zirvesi'ndeki konuşmasına kulak verelim.)
2 temel unsur
bizim bu kaynaklardan yararlanmamıza yardımcı olabilir. Bunlar Merak(Öğrenme
Tutkusu) ve Kararlılık(Sabır). Bu ana unsurların yanı sıra destekleyici olarak
kitap okuma ve iç motivasyonun sürdürebilirliğinin sağlanması, alınan verimi
artıracaktır. Bunlara sahip olmak ve
yapabilmek, değişimin bu denli hızlı olduğu bir zamanda en azından bize
günümüzde tutunabilme şansı verebilir.
Tabi ki tek
değişen biz ve çevremiz değil. Her şey değişiyor ve sonucunda farklılıklar
hızla artıyor. Farklı sosyal normlar, karakter yapıları, kuşaklar, iş ve özel
yaşam. Hepsi bu değişimden direk olarak etkileniyor. Aynı değişimde olduğu
gibi, farklılıkları da kabullenmeli ve saygı duymalıyız ancak günümüzün en
önemli paradokslarından birini de bu durum oluşturuyor. Bir yandan farklılık
zenginliğimizdir sloganları atarken, diğer yandan farklı düşündükleri, farklı
giyindikleri, farklı inandıkları veya farklı değerleri olduğu için insanları
ayırıyoruz. Hatta öldürüyoruz. Ortadoğu’nun içler acısı halini, Uygur
Türklerine yapılan zulmü, Amerika’daki Kızılderilileri veya Nazi
Almanyası’ndaki Yahudi soykırımını hatırlamak ne demek istediğimi anlatmak için
yeterli olacaktır.
Farklılıklara
duyulan saygıyı tamamlayan hatta daha doğru bir tanımla ön koşulu ve
tamamlayıcısı ise iyi niyet. Eğer iyi niyetli olursak, iyi bir insan olmaya
gayret edersek- etik kurallara uymakta buna dahil edilebilir- ve çevremize bu
yaklaşımla bakarsak ancak farklılıklar zenginliğimiz olur. Aksi takdirde ise
yukarıda örneklerini verdiğim şekliyle farklılıklar birer tehdit unsuru olarak
karşımıza çıkar ve ortadan kaldırılmaları gerekir.
İyi niyetin en karakteristik
özelliklerinden biri kişiden kişiye değişmemesi gerektiğidir. Biraz uç bir
ifade olabilir ancak üzerine basılan çiçeğin ayakkabı tabanında hoş bir koku
bırakan çiçek gibi olabilmektir önemli olan ve zor olan. Zordur çünkü tüm bu
iyi niyetine karşı, bunu suistimal edenler olacaktır, anlamayanlar olacaktır,
hak etmeyenler de olacaktır. Tüm bunlara rağmen iyi niyetli olabilirsen eğer
büyük bir savaşçı olabilirsin. Böylece herkesi kucaklayabilirsin çünkü iyilik
dünyayı değiştirebilir. (Okuma önerisi : İyilik
Günlükleri Üzerine ( Netflix Dizisi – İyilik Günleri’nden esinlenilmiştir.)
Farklılıklara
saygı duyma, doğası gereği içinde karşı tarafın doğru veya haklı, senin ise
yanlış veya haksız olduğun durumların olma olasılığını da barındırır. Burada önemli
olan hangi tarafın haklı olduğundan ziyade, doğrunun ne olduğudur ve gerektiğinde
yanlış olduğunu kabul etme erdemini gösterebiliyor olmaktır. Bu kabul, bir
değişimi tetikler. Doğruyu kabul etmeli, doğruya doğru değişmeli ve yeni duruma
adapte olmalıyız. (Okuma Önerisi : Montaigne-Doğruluk Kaygısı
)
Yanlışını veya eksiğini
kabul edip, doğruya yönelme aslında sorumluluk sahibi olmanın, hareket, düşünce
ve davranışlarından sorumluluk almanın diğer bir ifadesidir. Bu durumda
sorumluluk almak ise beraberinde yardım istemeyi getirir. Ama günümüzde unuttuğumuz
bir şey var. O da Cem Yılmaz’ında gösterilerinde eleştirdiği “Bilmiyorum”
demek. “Bilmiyorum, bana yardım edin.” Demenin çok normal olduğunu önce
benimsememiz gerekir. Çünkü bilmiyorsun, yanlışsın veya eksiksindir ve bunu
düzeltmen, öğrenmen gerek. Sana yardım edecek, kolundan tutup kaldıracak
kişiler, iyi ilişkilerin olan insanlardan başkası değildir. Bunlar eşiniz,
dostunuz, takım arkadaşlarınız olabilir. Ancak insanlar, sevmediği, iyi
ilişkileri olmayan birine en azından istekli bir şekilde yardım edip,
bilgilerini paylaşmak istemeyebilir. Az önce üzerine basılan çiçek örneğini
verdiğimin farkındayım ancak yine de böyle bir gerçekliğin olduğunu da göz ardı
edemeyiz. En nihayetinde bunlar , benim benimsediğim ve uygulamaya özen
gösterdiğim ilkeler.
O yüzden gönül
rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; paylaşmak, bana göre bu hayattaki en
önemli davranışlarımızdan biri. Bilgiyi, sevgiyi, saygıyı, malı-mülkü ve hatta
gerektiğinde organlarımızı. İşte nihai mutluluk kaynağı bu. Çevrene fayda
sağlayabilmek. Eğer bunu daha tatmin edici, haz verici bir duruma döndürmenin
yolu ise kendi ürettiğin bir şeyi paylaşmaktan geçiyor. Tüm bunları yazmam ve
sizinle paylaşmam aslında böyle bencilce bir sebepten. Hatta Bora Özkent’ in bir
konuşmasında da belirttiği şu nokta dikkate değer. En azından bakış açımızı biraz
değiştirebilir. Kısaca şöyle söylemişti. “Eğer hobi adıyla yaptığınız
aktivitelerin -kitap okumak, seyahat etmek, fotoğrafçılık vs – sonucunda bir
şey üretip, bunu paylaşmıyorsanız onun adına hobi denmez. Örneğin, Eğer yaptığınız seyahatlerdeki
notlarınızı, gözlemlerinizi, önerilerinizi, fotoğraflarınızı derleyip bir
blogda yazıyor ve insanlarla paylaşıyorsanız, işte o zaman bu bir hobidir.”
Tabi ki her yapılan hobiyi bu çerçevede değerlendiremeyebiliriz ancak konunun
ana temasını anladığınızı düşünüyorum.
Bu üretme ve
paylaşma yaklaşımının iş yaşamındaki karşılığını düşündüğüm de dikkat ettiğim
bir ön koşul var. İşini iyi yap, sonrasında üret ve bunu herkesle paylaş ama en
önemlisi işini çok iyi yap. En azından bunun için tüm gücünle çabala. Çünkü
ülkemiz işini memur zihniyetiyle yapanların, işini çalakalem yapanların ve
sonunda kaçmayı düşünenlerin ülkesi. Tek ihtiyacımız var Atatürk’ün dediği gibi
o da çalışkan olmak. Kaçınılmaz olarak öyle zamanlarımız olacak ki elimizden
gelenin en iyisini yapsak bile başarısız olacağız, çuvallayacağız ve hatta
belki de en dibe vuracağız. Pes mi etmeylizi yoksa mücadele edip, son gücümüze
kadar savaşıp en sonunda gönül rahatlığı ile “Zaferden değil, seferden
sorumluyuz.” mu demeliyiz? Ben 2. Kısımda olmalı tercih ediyorum. ( Zaferden
değil, seferden sorumluyuz yazım için tıkla)
“Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur.
Gözünü yıldızlara dik, yol ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır.
İnsanın adam akıllı çalışmaya kul olması gerekir. Hangi işe girişirsin ve o
işte sana ölüm bile hoş gelirse, işte sevdiğin iş, o iştir.” (Mevlana)
Tüm
bu mücadelenin için, tüm bu değişimler yaşanırken 2 çok ama çok önemli noktayı gözden
kaçıramayız. Bunlar sorumluluk almamız gereken, bilinçli olmamız ve bu bilinci
yaymamız gereken alanlar çünkü geçmişe kıyasla günümüzde daha fazla hatta alarm
seviyesinde önem arz ediyor. İlki Toplumsal Duyarlılık. Giderek bencilleşen
dünyada her şey ‘Ben’ in etrafında dönüyor ve biz selfie kültürünün ortasında
çırpınmaya mahkum edildik. Kim tarafından? Yine kendimiz. Herkes kişisel
gelişmeye çalışıyor. Peki toplumsal gelişmeyi nasıl sağlayacağız? Yaptığımız
her hareketi bunun çevreme ve topluma ne faydası var perspektifinden
düşünmeliyiz belki de ve bu hassasiyetle yaptıklarımız kimin hayatına dokundu
diye sorgulamalıyız. Çünkü eğer bir kişinin hayatını değiştirebilirsek, dünyayı
değiştirebiliriz. Bu nedenle dünyada görmek istediğimiz değişimin parçası
olmalıyız diyor Gandhi. Biz değiştirirsek, dünya değişir ama önce kendimizi
değiştirmeli, bu faydayı başkalarıyla paylaşmalıyız.
2. konu ise Doğal Yaşama Saygı-Çevre
Bilinci. İnsanoğlu olarak dünyayı her geçen gün daha yaşanmaz hale getiriyoruz.
Geri dönüşü olmayan noktalara gelindi ve geçildi. Buzullar eriyor, su seviyesi
yükseliyor, su kaynakları azalıyor, okyanuslarda plastik atıklar inanılmaz
seviyelerde ve iklimler değişiyor. Biz de bu hızlı değişime tanıklık ediyoruz. Çok
uzun zamandır kışayı dahi yaşamıyoruz.
15 yıl önce kar yağışıyla okulların bir hafta tatil olduğu zamandan, kış
boyunca hiç kar yağmayan zamana geldik. Sadece 15 yıl içinde. Bu konuyu daha
derinlemesine incelemek isteyenler için 1 rapor , 2 belgesel paylaşmak
istiyorum.
Bu nedenle birey olarak çevreye
karşı borçluyuz çünkü bu dünyayı bizden sonraki nesillere bırakacağız ve tek
yaptığımız sınırsız ekonomik büyüme adına emanete ihanet etmek. Musluğu açıp boşa
akıtarak ihanet ediyoruz, ihtiyaç dışı kullandığımız araçlar ile ihanet
ediyoruz, tek kullanımlık plastikler ile ihanet ediyoruz. Çok yüksek ihtimalle
sonuçlarına biz bile tahmin edemeyeceğimiz boyutlar katlanmak zorunda kalacağız
ancak beni korkutan 100-200 yıl sonraki durum. İşte uykularımızı kaçırması
gereken nihai soru(n). İşte sonumuzu getirebilecek mirasımız bu.
Biraz
uzun bir yazı olduğunun farkındayım ancak tüm bunlar sizinle paylaşmak
istediklerimin kısa özeti. Destekleyici birkaç doküman,video ile beraber. Başında
da bahsettiğim gibi hiçbir şey vaat etmeyen 15 ilke. Barney Stinson’un “Bro-Code”’u
gibi ama asla 15 maddede mutluluğun sırrı falan değil. Kalın sağlıcakla.
Hayat, bir yarış mıdır? Hiç şüphesiz öyle.
Size sorsam aynı soruyu, muhtemelen büyük bir çoğunluk hayatın bir yarış
olduğunda hem fikir olacaktır. Ancak ne tür bir yarıştır bu dersem, işte asıl
önemli olan bu soruya verdiğimiz cevap.
En genel ifadeyle
iki tür cevap olduğuna inanıyorum. Birincisi bu yarışta başarıya ulaşmanın tek
amaç olduğu ve o amaca nasıl ve hangi yollardan ulaşıldığının pek önemli
olmadığı cevabı. Bu başarı olaydan olaya değişen küçük hedefler, istekler
olabileceği gibi, hayat boyu ulaşılmak istenen bir hedefte olabilir tabi. İkinci
cevap ise önemli olan o başarıya nasıl ulaştığın, ulaşmaya çalıştığın ve hatta
çoğu kez nasıl ulaşamadığın. Yani zafer değildir önemli olan, seferin kendisidir.
Seferden ne öğrendiğindir. Seferden keyif almandır. Zafere ulaşamasan da kendine
ve çevrene kattıklarındır. Mutluluğun bunda olduğunun farkına varmandır. “İyi işler yapmak için çalış, zenginlik için
değil.” ve “İşini iyi yaparsan,
başarı seni takip eder.” diyor Amir Khan 3 Aptal(3 Idiots) filminde. Çünkü
iyi şeyler yapmanın hep daha fazlası vardır. İşini her zaman daha iyi yapmak
için çabalayabilirsin, çabalamalısın. Böylece başarıya ulaştığında birlikte
gelen rahatlama hissine kapılarak, mücadeleyi bırakabilme riskiyle
karşılaşmazsın. Mevlana bu konuya şöyle açıklık getiriyor. “Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur. Gözünü yıldızlara dik, yol
ara. Rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır. İnsanın adam akıllı çalışmaya
kul olması gerekir. Hangi işe girişirsin ve o işte sana ölüm bile hoş gelirse,
işte sevdiğin iş, o iştir.” Bill Gates’in şu sözüyle hayatın tanımını
netleştirelim. “Kendimden başka kimseyle
yarış içinde değilim. Hedefim, sürekli kendimi geliştirmek.” Evet, hayat
bir yarıştır insanın kendisiyle yaptığı. Hayat, yolda olmaktır, yolda kalmaktır,
yol aramaktır.
İşte vizyona
yeni giren Asfaltın Kralları (Orijinal adı: Le Mans’66) filminin final
sahnesini izledikten sonra aklımda çakan bu düşünceler oldu. Zaferden değil,
seferden sorumluyuz. Filmden çıkardığım 7
dersten 7. si bu. Şimdi diğer altısından da kısaca bahsetmek istiyorum.
Film, 1966
yılında düzenlenen Le Mans 24 saat yarışının gerçek hikayesini ele alıyor. Uzun
yıllar yarış pistlerine hakim olan Ferrari’yi yenmek için yola çıkan Amerikalı
bir ekibin yaşadıkları. Bu işi başarması için güvenilen 2 kişi var. Caroll
Shelby ve İngiliz şoför Ken Miles.
Yola bir hayal ile çıkıyorlar. Ferrari’yi
yenecek , dünyanın en iyi yarış arabasını tasarlamak ve yarışta onları alt
etmek. Shelby’e göre bunu yapabilecek tek kişi Ken Miles. Ken, anlaşması zor,
aksi biri. Ford’un “kurumsal” imajına uygun olmayan biri olarak göze batıyor ve
bu , böyle bir başarı olacaksa ne olursa olsun kendi başarısı olması
gerektiğini düşünen şirketin üst düzey yöneticilerinden birini rahatsız ediyor.
Kurumsal açgözlülüğü uğruna , yarışı kaybetmesine sebep olacak dahi olsa,
yarışa başka bir pilotu sokmaya çalışıyor.
Ken, sorumluluk alan, hedefe inanan,
hayalperest ancak ayakları da yere basan biri. Bir gün oğlu ile gecenin
karanlığında yarış pistine oturarak şu soruyu soruyor ona uzakları göstererek. “Oraya
piste bak. Orada, atılmayı bekleyen mükemmel yarış turu var. Görüyor musun?”
Oğlu, “Galiba görüyorum.” deyince. “Çoğu
insan göremez.” Diyor. Başarıya ulaşması için, yapılması gerekenlerin hayalini kuruyor,
gözünde canlandırıyor. Ne yapacağını ve
nasıl yapacağını bilerek. Atatürk’ün Sakarya Meydan Muharebesi sürerken en
kritik günlerde Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplarken bu düşüncede olduğunu
düşünüyorum. İleride zaferi görüyor, ne yapacağını biliyor ve zafer sonrasına
da hazırlanıyor. “Eğer hayal edebilirsen,
her şey mümkündür.” Diye bir söz var hoşuma giden. Ancak hayal, sadece ilk
ve kolay kısmı. Aslında şöyle olmalı söz.
“Eğer hayal edebiliyorsan ve bunu gerçekleştirecek kararlılık ve azmin varsa
her şey mümkündür.”
Dahası Ken, yapımın her aşamasında bizzat
çalışıyor, aracı test ediyor. Mücadeleyi, çalışkanlığı bir an olsun bırakmıyor.
Aracın, motorun limitlerini biliyor ve ona göre bilinçli risk alıyor. “Eğer” diyor “limitleri zorlayacaksan, o limitlerin nerede olduğunu bilmen gerekir.”
Yarış günü yaklaşırken, çoğu kimsenin inanmadığı Ferrari’ye karşı bir zafer
için oğlunun “Ferrari’yi yenebileceğini düşünüyor musun?” sorusunu “Deneyebilirim.”
diyor. “Deneyebilirim.” Başarısız olabilirim ancak en azından deneyebilirim.
En önemlisi nokta ise final sahnesinde
rekorlar kırdığı, Ferrari’yi alt ettiği ve şampiyonluğu kazandığı yarışın
sonunda aynı üst düzey yöneticinin açgözlülüğü için yaptığı bir yarış aldatmacası
sonucunda kurallar gereği birinci değil, ikinci olduğunda Ken’ in Shelby’e kurduğu
cümle. “Bana şampiyonluğu değil, direksiyonun sözünü vermiştin.” Ben seferden keyif
aldım, benim için önemli olan şampiyon olmak değil, yarışmaktı diyor.Özetle
film, vizyoner olmayı(1), çalışkanlığı ve mücadele ruhuna sahip olmayı(2), risk
almayı(3) ancak limitlerini de bilmeyi(4), hayatın inişler ve çıkışlarla dolu
olduğunu(5), en azından deneyecek cesarete sahip olmayı(6) ve zaferden değil,
seferden sorumlu olmayı(7) anlatıyor. Tabi görüntü ve ses efektleri ile birlikte
filmden aldığın keyif tuzu, biberi. Zafer, sefer ilişkisinin mutluluk açısından
değerlendirmesi de var tabi ancak o kısma girmeden sözü Oytun Erbaş’a
bırakıyorum.
Seferden keyif
alanlardan olmak ümidiyle.
_______________________
Geçenlerde
size 2. Sezonu Netflix’te yayınlanan İyilik Günlükleri (Kindness Diaries) adlı
belgesel serisinden bahsetmiştim. Belgesel, Alaska’dan Arjantin’e kadar sadece
insanların iyiliğine güvenerek gitmeye çalışan Leon Logothetis’in ilham ve umut
veren yaşadıklarını konu alıyor. İlk 4
bölümü izledikten sonra beni etkileyen, önemli olduğunu düşündüğüm notları paylaşmak
istiyorum.
Bu
yolculuğuna çıkış sebebini şöyle anlatıyor Leon. “Dünyamızı düşündüğümüzde,
genellikle aklımıza acının, kaosun ve nefretin görüntüsü gelir. Ama görülecek
daha fazlası var. Sadece nereye bakmamız gerektiğini bilmeliyiz ve yakından
baktığımızda insanlığı en iyi haliyle görürüz. İyilik, dünyayı değiştirebilir.”
İlk bölümde karşılaştığı Tom, nereye bakmamız gerektiğine “Zamanımızın çoğunu
yukarıda (başını gösteriyor) geçiriyoruz. Ancak aşağı(kalbini gösteriyor)
inmediğin sürece yaşamıyorsun .” diyerek işaret ediyor. Bölümün sonunda Leon’u
evinde misafir eden Jon ise aşağıya indiğinde ve kalbin ile ilgilendiğinde
aslında kendine iyilik yaptığını söylüyor. Belki de hayatımızın en önemli ve
vazgeçilmez görünen parçası olan teknoloji ve “akıllı” nimetlerini o kadar çok
benimsedik ki tüm hayatımızı yukarıda geçiriyoruz. “İnsanlarla konuşmaya
ihtiyaç duymuyoruz çünkü her an, herkese bağlıyız(connected) diyor Tom ve Türkçe’ye
“Gerçek manada ilişki kurmadan, herkes ile ilişki içindeyiz.” olarak
çevirebileceğim “connected through disconnected” diye ekliyor. Böylece şu anı
kaçırıyoruz çünkü hayat şu an yaşanıyor. 5 dakika sonra değil, 5 dakika önce de
değil.
Devamında
iki hafta önce yaşadığı bir yardım etme olayını anlatıyor. “Market sırası beklerken,
önümdeki kızın kredi kartı birkaç kez denenmesine rağmen çalışmadı. Biraz
bekledikten sonra “sorun değil, ben hallederim.” dedim. Etrafın ilginç ve emin
misin bakışları eşliğinde “Önemli değil, ben öderim.” dedim.” Ve şu soruyu soruyor: Bu neden normal değil?
Neden çok büyük bir olay? Halbuki çok basit bir şey. Bunu duyunca bizim de ne
kadar çevresine duyarsızlaştığımızı düşündüm. İnsanların sadece izleyerek videosunu
çektiği cinayetler, sokaklarda bir dilim ekmeğe muhtaç insanlar ve
uzatıl(a)mayan yardım elleri. Endişeden, korkudan, vurdumduymazlıktan,
güvensizlikten uzatılmayan yardım elleri. Tabi ki uzatılan elleri de görmeli,
yüceltmeli, ön plana çıkartmalı ve örnek almalıyız. Aklıma 3 örnek geliyor .
İlki Türkiye İhtiyaç Haritası (https://www.ihtiyacharitasi.org/
), ikincisi atık kağıt toplayan Mehmet Karamanlı’ ya sürpriz doğum günü
kutlaması düzenleyen üniversite
öğrencileri
ve sonuncusu bunun farklı bir versiyonu cam silen çocuğa yapılan sürpriz ve niceleri.
İşte ihtiyacımız olan bu iyilikler. Çünkü iyilik, dünyayı
değiştirebilir. İyilik bize doğru gelir ve onu paylaşabildiğimiz kadar çok
insanla paylaşmak bize kalmış. Eğer iyilik yapmaktan keyif alıyorsak, başkalarının
mutluluğu bizi mutlu ediyorsa, yukarıdan aşağıya inenlerden biri olma yolunda
ilerliyoruz demektir.
2.Bölümün
başında Nowatah adlı bir Kızılderili 1964-1970 yılları arasında Kanada’da yerel
okullarda onlara uygulanana kültür soykırımını anlatırken şu derin ve çarpıcı cümleleri
kullanıyor. “İçimdeki Kızılderili’yi çıkartıp, beni sen gibi yapmaya çalıştılar.
Bizi kontrol edebilsinler diye. Kültürümün yok edilişi, içimden bir şeyin sökülüp
alınması gibi hissettirdi. Halbuki ten renginin bir önemi yok. Çünkü hepimiz
burada yaşamak zorundayız. Tek alamadıkları şey ise kahkahamızdır. Onu alamadılar.
İşteesas olan budur.” Derin yaraların
izlerini taşıyan bu cümleler, beni de derinden etkiledi. Çünkü ben de kültürü
yok edilmeye çalışılan ve sürgün edilen Bulgaristan göçmenlerinden biriyim. Bu
konuyu merak edenler olur ise “Sürgün ve
Ölüm-Bulgaristan ”adlı belgeseli
izleyebilirler.
. İlave olarak, okumadığım ancak adıyla ilgili çeken Eğitim-Bir
Kitle İmha Silahı-John Taylor Gatto adlı kitap, eğitimin ne amaçlar için
kullanıldığına göz atmak için ideal olabilir.
Son kısımda ise evini her Çarşamba
barbekü vesilesiyle oraya yeni gelen her çeşit insana açan Richard’ıniyilikleri var. Bir topluluğuna ait olmanın
ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi ise diyor: “Ortak gülüşü
paylaşmak.” Çünkü hepimiz aynıyız ve burası sahip olduğumuz tek yer ve Nowatah’ın
dediği gibi “Hepimiz buraya yaşamak zorundayız.” 3. ve 4. Bölümlerde zorluk
yaşayan insanların aynı zorlukları yaşamasınlar diye diğer insanlara yardım
etmede gösterdikleri istek ve çaba üzerine. Daha az şeyi olan insanların, daha
fazla yardım ettiğini ve iyilik yaptığını anlatıyor.
Özetle
ve kısaca, tek bir mesaj var. “ İyilik, canlı ve hayatta”. (Kindness is alive
and well)